Zannettiğiniz kadar özgür müyüz
Pazar Sohbeti (Düzenlenmiş)
21 Mayıs 2023
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Kendi değer yargılarını kendi iradesiyle oluşturup, ona göre yaşayabilen insan ahlaken özgürdür. Bağlı olduğu siyasi iktidarı kendi tercihiyle değiştirebilen ya da en azından sınırlandırabilen insan siyasi anlamda özgürdür.
Modern batı dünyasında bu anlamda özgürlüklerin bulunduğunu savunmuş bu arkadaşımız. Feci surette yanlış ve anlamsız buldum bu görüşleri. Neden? Çünkü kendi değer yargılarını kendi iradesiyle oluşturup ona göre yaşayabilen insan, ben size hatırlatmış gibi olmayayım, Hollywood filmleri dışında yok. Mümkün bir şey değil bu dediğiniz. İnsanın değer yargılarını nasıl oluşturduğu meselesi bir muammadır. İnsan kısmen yetiştiği şartlardan ötürü, içinde yaşadığı toplumun akıntılarının vektörel bir sonucu olarak, kısmen de kaza, kader ve tesadüf sonucunda birtakım değer yargılarına, birtakım eylem düsturlarına, bir yaşam tarzına kavuşur. Ondan sonra da kendini haklı çıkarmak için değer yargılarını özgürce seçtiğine kendini inandırır. Hangi insan değer yargılarını kendi iradesiyle seçebilmiş ki? Hangi insan, eylemlerini, bir mantık silsileri içinde soyut değer yargılarından türetiyor? Yok öyle bir şey. İçgüdülerin ve koşulların getirdiği tavırları benimsersiniz. Psikolojinin, sosyal mecburiyetlerin, ait olduğunuz grupların dayattığı adımları atarsınız. Sonra da ağzı biraz laf yapan bir tipseniz eylemlerinize bir kılıf uydurmaya, gerekçe bulmaya çalışırsınız.
Bağlı olduğu siyasi iktidarı kendi tercihiyle değiştirebilen ya da en azından sınırlandırabilen vs. vs... Sınırlandırabilen ayrı bir şeydir, onu konuşuruz. Değiştirebilen meselesine gelince, burada çok bariz bir kandırmaca var. Çünkü özgürlükten söz ederken, bireyden söz ediyoruz. Özgür olan bireydir. Bir şekilde toplumda milyonlarca insanın bir lotarya gibi rastgele davranışları toplanıp alt alta konulduğunda iktidar değişiyorsa, bunun bireyin tercihiyle bir alakası yoktur. Birey düzeyinde, kişinin içinde yaşadığı toplumun yönetimine ilişkin herhangi bir etkisi var diye değerlendiremeyiz. Birey düzeyinde bunun bir karşılığı yok. Bir ilüzyon sadece. Kitle iletişim medyasında duyup da, bir süre sonra, haa öyleymiş, demek ki ben kendi irademle değiştiriyormuşum diye kendini avuttuğun bir yanılsama, bir aldatmaca.
Siyasi anlamda özgürlük ne zaman vardır, biliyor musunuz? Kafam bozulduğunda gidip devlet başkanını, ‘İn lan oradan’ deyip devirebildiğim zaman vardır. Bütün vezirler ‘Aman padişahım, o dediğiniz iş yapılmaz, töbe’ dediğinde hepsinin kellesini alabiliyorsam vardır. İdi Amin vardı Uganda’da bir zamanlar, hatırlar mısınız? İşte buyurun size siyaseten özgür bir kişi! Ahlaki özgürlük deyince de benim aklıma daha ziyade seri katiller filan geliyor. Canın istediğinde kimseyi takmadan istediğini yapıyorsan, buyur, dört dörtlük özgürlük.
Siyasi ve ahlaki özgürlüklerin evrimi
Modern Batı dünyasında ahlaki ve siyasi özgürlükler yoktur yahut da olmadı demiyorum, lütfen yanlış anlamayın. Tanımladığınız şekilde olmadı, başka bir şeydi demeye çalışıyorum. Son 250 senede Batı dünyası bir özgürlük iddiasıyla ortaya çıktı ve bu iddianın altını belli ölçülerde doldurdu. Neydi bunun içyüzü? Neydi Batı dünyasını emsallerine nazaran özgür kılan, diğer yerlerden farklı kılan? Bu soruları sorduğumuzda benim aklıma üç aşamada özetleyebileceğim bir tarihi süreç geliyor.
Birincisi 18. yüzyıl başlarında şekillenip Fransız İhtilali ile taçlanan Aydınlanma hareketidir. Aydınlanma’nın ana fikri, toplum içindeki insanların, ama tüm insanların değil, gerekli eğitim düzeyine sahip olan seçkinlerin, arzu ederlerse dini otoriteden bağımsız olabilecekleri fikridir. Ahlaki ve siyasi boyutları olan bir özgürlük deklarasyonudur. Etkileri bugüne dek süren muazzam sonuçları olmuştur. Fakat dikkat edin, konu “kendi iradesiyle yargılarını oluşturma, iktidarı değiştirme” filan değil, papazın yahut kitabın dayattığı dünya görüşüne inanmama, öğütlerine kulak asmama özgürlüğüdür. Ve gayet net bir şekilde, herkese değil, gerekli kültüre ve maddi imkana ve ahlaki metanete sahip olan seçkinlere tanınmıştır sadece.
İkincisi, Birinci Dünya Savaşını izleyen otorite krizi döneminde serpilmiş bir özgürlük anlayışıdır. Bunun altyapısını hazırlayan şey şehirleşmeydi. Köylerden şehre göç, gitgide büyüyüp devasa boyutlara ulaşan Londra, Paris, Viyana, Berlin, New York, Chicago gibi şehirlerin ortaya çıkmasıydı. Daha önce dünya tarihinde benzeri çok ender olan milyonluk büyük şehirler oluştu ve bu şehirlere göçen insanlar anonim olma özgürlüğünü kazandılar. Bir yerel kimliğin, onun getirdiği sorumlulukların, kısıtlamaların, ahlaki kaygıların dışına çıkarak, arzu ettikleri zaman görünmez olabilecekleri, atalarını, ailelerinin gelenek ve törelerini hiçbir şekilde tanımayan insanlarla aynı ortamlarda, mesela kafelerde veya siyasi parti lokallerinde buluşabilecekleri yeni bir dünyaya adım attılar.
Üçüncü büyük özgürlük deklarasyonu 1968 devrimleriydi. Bunun da sosyal altyapısı, zannediyorum üniversite nüfusunun çok büyük oranda artmasıydı. Daha önce toplumun çok küçük bir kesimini ilgilendiren ve belli bir sosyal sorumluluğu beraberinde taşıyan üniversite hayatı, 1960’lardan itibaren geniş bir kesimi içinde alan bir nitelik kazandı, dolayısıyla toplumsal işlevi değişti. Üniversite gençliği üniversitenin geleneksel ahlaki, bilimsel ve idari otoritesine karşı isyan bayrağı açtı. Var olan akademik müktesebatla ve toplumun yerleşik cinsel normlarıyla bağını kopardığını ilan ettiler. Bu özgürleşme hamlesinin de olumlu ve daha çok da olumsuz sonuçlarıyla bugüne dek iç içe yaşıyoruz.
Bu üç büyük dönüşümün de başını Batı ülkeleri çekti. İlkinde İngiltere ve Fransa, ikincisinde yine aynı iki ülke ile Almanya, üçüncüsünde ABD ile Fransa öncü rolünü üstlendiler. Bu ülkeler, ahlaki ve siyasi özgürlüğü bir değer olarak gören insanlar nezdinde tüm dünyada muazzam bir cazibe kazandı. İnsanlar mıknatıs gibi, Batıya bakmaya başladılar. Batı dünyasının dışında her yerde, İslam dünyasında, Hindistan’da, Çin’de, Rusya’da, Afrika’da genç ve şehirli insanlar, özgürlüğün kutbu olarak Batıyı bellediler. Bu hadise tarihin belli bir döneminde, diyelim ki 1750’lerden 21. yüzyılın eşiğine kadar tüm dünyayı etkiledi.
Elbette bu özgürlük tırmanışı, özgürleşme süreci, olumlu sonuçları olduğu gibi olumsuz sonuçları da olan bir süreçti. Bugün geldiğimiz noktada soru şudur: Bu tırmanış nereye kadar sürdürülebilir? Daha fethedilmemiş hangi ufuklar kaldı? Ve bu ufukların fethedilmesi, şu anda vardığımız noktada gerek insanlık açısından gerekse insanlar açısından, ne ölçüde arzulanacak bir sonuçtur? Varılan nokta iyi bir nokta mıdır? Bu yolda devam edilmeli midir? Bu sorular günümüzde ciddi bir şekilde insanların kafasını kurcalamaya başlamıştır. İnsan potansiyelini kısıtlayan, insan yaşamını dar bir çerçeveye sıkıştıran kural ve kurumlar, aynı zamanda insan hayatına şekil ve yön veren kural ve kurumlardır. Sosyal birlikteliği, yani ortak yaşamı, ortak hedefler için beraberce yol almayı mümkün kılan bir çerçevedir. Bu çerçeveyi esnettiğiniz zaman özgürlüğünüz artar ve yeni adımlar atma imkanı bulursunuz. Bu çerçeveyi büsbütün yok ettiğiniz zaman, paçavra gibi yıkılır ve dağılırsınız. Öyle görünüyor ki bugün Batı’nın 250 yıllık özgürlük yürüyüşünün sonunda vardığı nokta bir iflas noktasıdır ve birtakım şeyleri yeniden kurmanın zamanı gelmiştir.
Not: Bu sohbette çok dağınık bir şekilde anlattığım 250 yıllık tarih sürecini, üç hafta sonra, 11 Haziran 2023 tarihli Pazar Sohbeti’nde yeniden ele aldım. Daha ayrıntılı sunum için Üçüncü Cilt’in 39 numaralı makalesine bakınız.