Yunan adaları nasıl güzel kaldı
Pazar Sohbeti
27 Haziran 2021
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Bir haftadır Yunan adalarını geziyorsunuz. Bize izlenimlerinizi anlatır mısınız?
Dün Simi’deydim. Kasaba güzelliği açısından sanırım Simi dünyanın en güzel yerlerinden biri olmalı. Gerek coğrafi konumu, gerek mimarinin tutarlılığı, kullanılan renkler, sevimlilik, ölçülülük, terbiye vs. gibi boyutlarda çarpıcı derecede hoş bir kasaba.
Simi, Datça’nın tam karşısı. Datça İskelesinden Simi limanı kuş uçuşu yirmi kilometre yok. Kıyasladığınız zaman aradaki fark tüyler ürpertici. Çünkü Datça’nın doğası filan güzel de, Datça kasabası, yani İskele, vahşet denecek ölçüde çirkin bir yer. Aradaki farkın sebebi nedir diye düşünüyorum. Gerçekten tatmin edici bir cevabım yok. Ancak birkaç spekülasyon aklıma geliyor.
Birincisi, muhafazakar bir toplum Yunan toplumu. Gerek kasaba dokusunu korumak, gerek yaşam tarzını, aile geleneğini, mutfak alışkanlıklarını korumak açısından çarpıcı ölçüde tutucu bir toplum. Bu önemli bir faktör. Bunun altında yatan sosyolojik sebep nedir diye sorduğumda aklıma gelen ilk açıklama, sınıf ayrımlarının zayıflığı. Özellikle taşrada, yani Atina dışında, göze çarpan bir kültür veya gelir veya yaşam tarzı ayrımı yok. Herkes aşağı yukarı benzer gelir seviyelerine sahip, aile yapıları aynı. Bu açıdan Türkiye’den gözle görülür, elle tutulur bir şekilde farklı bir toplum.
Sınıf ayrımlarının yokluğu veya zayıflığı, bireylerin içinde yaşadıkları toplumu cemaat olarak, yani ‘biz’ olarak algılaması sonucunu doğurur. Bu da muhafazakarlığı etkileyen faktörlerden biri sanıyorum. Türkiye’deki durum bunun zıddıdır. Türkiye’de seçkin tabaka ‘ayak takımı’ olarak değerlendirdiği kesimden nefret eder, onları düşman görür. Kamu alanını ele geçirdiklerinden şikayet eder. Dolayısıyla kendini onlardan korumak, onlardan uzaklaşmak, kamu alanından el etek çekmek için canhıraş bir çaba gösterir. Aynı şekilde avam kesimi de seçkinleri düşman görür. Ülkeyi farklı kültüre sahip bir zümrenin yönettiğini düşünür. Dolayısıyla onlar da kamu alanını düşman toprağı sayarlar. İstediğin gibi kirletebileceğin, çirkinleştirebileceğin bir yerdir. Çünkü ortak alan düşmana aittir. ‘Bize’, ‘bana’, aileme ait değildir.
İkinci bir faktör, bu ülkede, özellikle adalarda, iç göç yok. En son 1923’te göç olmuş, o zamandan beri de kimse dışarıdan gelip adalara yerleşmemiş. Yunanistan’ın kuzey kesimi hariç ülkenin geri kalan kısmı hep böyledir. Yüz yıldan beri herkes Atina’ya ve Selanik’e göçmüş, fakat yatay göç hemen hiç görülmemiş.
İç göçün kent ve kasabaların çirkinleşmesine olan etkisini küçümsemeyin. Bir insan kendini yaşadığı yerin yerlisi, oranın öz evladı olarak görmediği zaman çevresini prensip olarak umursamaz. Kasaba çirkin olsun, ne fark eder? Nesillerden beri özenle korunmuş bir yerin ortasına ucube bir apartman dik, ne olur? Yahut yık, geç, başka bir kasabaya gidersin daha sonra. Bu duyguyu ben Şirince’de çok net olarak yaşadım. Şirince vaktiyle çok güzel bir köymüş, müreffeh, temiz, çiçek gibi bir kasabaymış. Sabahattin Ali “Çirkince” adlı öyküsünde çok güzel anlatır bunu. 1918 ile 1923 arasında yerli Rum nüfus gitmiş, yerine Kavala tarafından Türk muhacirler gelmiş. Çarpıcı olan husus, aradan yüz yıl geçtiği halde o eğretilik duygusunun hala aşılamamış olmasıdır. Yetmiş sene adam o evde oturmuş, bir kere bile kapısını boyamak aklından geçmemiş. Pencereleri çürümüş, onları atmış, yerine plastik pimapen koymuş. Evi yıkılmaya yüz tutmuş, hayvan ahırı olarak kullanmış, dışına sıvasız briketten bir duvar örüp kendisi o müştemilatta yaşamaya başlamış. Bu boş vermişliğin altında, göç olgusunun önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. Burası bizim değil, geçici olarak buradayız duygusunu aşamamış bir toplum Şirince halkı.
Üçüncü önemli bir unsuru da göz ardı etmeyelim. Yunanistan 1960’lardan itibaren turizmi temel bir ulusal proje olarak benimsedi. Ve turizmi yöneten kadrolar açısından şanslıydı. Akıllı ve becerikli insanlar çıktılar. Özellikle adalarda başarılı politikalar tasarladılar ve kararlılıkla uyguladılar. Midilli’de mimari koruma planının nasıl uygulandığına dair epey bilgim var. Doğrusu hayranlık duydum. Simi’nin şimdiki durumunu gördüğünde de kolayca anlıyorsun ki bunun arkasında gayet kuvvetli, bilinçli bir el var. Kendiliğinden olmamış, kültürden ve estetikten nasibi olan biri veya birileri işi yönetmiş.
Türkiye’de bunun bir eşdeğerini görmenin imkanı yok. Türkiye’nin turizm politikalarını yönlendiren bakanlıkta, bir vizyonu ve fikri olan birini mumla arasanız bulamazsınız. Kültür ve Turizm Bakanlığı’yla epey alıp verdiğim olduğundan biraz bildiğimi sanıyorum — alt, orta ve üst düzeylerde tanıştığınız herkes, insanlığın heyet-i umumiyesine dair kapıldığınız çaresizlik hissini derinleştirir.
Turizm politikası açısından Türkiye’de iki dönem vardır. Bir, Demokrat Parti zamanında Türkiye ilk kez turizme açıldığında kültür turizmi üzerine kuruldu politika. Belli sayıda turistik atraksiyon seçildi — Efes, Bergama, Perge, Aspendos gibi bir dizi antik şehir ile, Ayvalık, Kuşadası, Antalya gibi birkaç sahil kasabası. Bunlar çok uzun süre Türkiye’nin turizm odakları olarak kaldılar. Çok kısıtlı bir kapasitenin olduğu bir dönemde sanırım doğru politikaydı. 1950’lerden söz ediyoruz.
İkinci dönem 1980’lerdir, yani Özal dönemidir. Turgut Özal şu basit gözlemi yaptı. Türkiye’de çok ciddi bir yatak kapasitesi sıkıntısı var. Turist gelsin de, nerede kalacak bu insanlar? Dolayısıyla 4 yıldız 5 yıldız kisvesi altında, aslında 5 yıldızlıkla alakası olmayan fakat belli bir standardı tutturan, batının düşük ve orta seviyeli turistine ihtiyacı olan temizliği, eğlenceyi, denizi, güneşi, tuvalet ve duş altyapısını sunan çok miktarda otel yapıldı. Belli bir mantıki tutarlılığı olan bir politikaydı. Sonuçta kitle turizmi istiyorsan, turizm gelirini yılda 10 milyar dolara, 40 milyar dolara çıkarmak istiyorsan bundan başka yapabileceğin fazla bir şey yok. Yunanistan’ın başarılı bir şekilde lanse ettiği bireysel turizmi Türkiye göze alamadı. Biz bunlara göre bir şey sunsak bile bize gelmezler Yunanistan’a giderler diye düşünüldü. Onun yerine, turistin standardize edilmiş hizmeti ve güvenlik duygusunu ucuza satın alabileceği hayvan gibi oteller yapıldı. Bütün Antalya sahili, peşinden Çanakkale’den Mersin’e dek bütün Ege ve Akdeniz sahili buna yönlendirildi. Yunanistan’ın başarılı bir şekilde uyguladığı, yerleşim birimlerini yaşayan bir bütün olarak turistik pazarlama metaı haline getirme politikasını Türkiye bir tek belki Bodrum örneği dışında izleyemedi. Böyle bir şeyi tahayyül edecek, Türkiye koşullarında buna cüret edecek kadroları yoktu zaten. Türkiye’nin her zamanki problemidir, halkın niteliği değil, yönetici kadroların şoke edici derecede düşük kaliteli olması.
Turkiye’de nispeten kaliteli insanlar var, yok değil. Okumuş sınıfta da vardır. Aslına bakarsanız halk arasında da bilge insanlar, kafası çalışan insanlar çoktur. Fakat bu insanların her iki türü Cumhuriyet rejiminin yönetici kadrolarından sistemli olarak elenmiştir. Önce gayrimüslimleri temizlediler. İki, üç kuşağı solcudur, komünisttir diye elediler. Sonra Atatürk’e yeterli şevkle ibadet etmiyor, güvenemeyiz diye elediler. Sonra başörtüsü takıyor diye elediler, Fetöcü diye elediler, Kürt diye elediler. Geriye çöpün çöpü kaldı, devlet kadrolarını dolduracak.