Yıkık manastırlar neden aranır
Pazar Sohbeti
19 Temmuz 2020
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Anadolu ve Kürdistan’da yıkılan kilise ve manastırlar için bir harita veya kitapçık yapmayı düşünüyor musunuz?
...çık? Muhafazakar hesap on bin tane kilise varsa, her birine dört beş satır desen bin sayfa eder. Ne kitapçığı? Ansiklopedi olur o.
O kadar emeğe değer mi bilmiyorum. Benim kitaplarım arasında genellikle unuttuğum en iyi kitaplarımdan biri, <break time="0.5s" /> ““ANKARA’NIN DOĞUSUNDAKİ TÜRKİYE”” <break time="0.5s" /> adıyla çıkan doğu gezi rehberidir. Türkçe İngilizce iki dillidir, İngilizcesinin adı “A Traveler’s Guide to Eastern Turkey”. Altı yıl boyunca didik didik bütün doğuyu gezdim. Urfa’sından, Mardin’inden, Artvin’inden, Tunceli’sine kadar, Hakkari’sine kadar gitmediğim yer kalmadı. Kulağıma çalınan her ipucunu izledim. Bilmem nerede bir manastır yıkıntısı varmış ama yeri belli değil, izi kalmış mı belli değil diye duyduğumda hiç üşenmeden gittim oraya. Arama faslıdır asıl zevkli olan. Bulacağın şey çok ilginç olmayabilir de. Beyaz adamın gitmediği birtakım ücra yerleri aramak, bulmak, sormak... Yolda lastik patlatmak, jandarma tarafından gözaltına alınmak... Allah’ın dağındaki bir köyde insanlara yatılı misafir olmak... Bunlar zevkli bir şeydir. Hayatta en sevdiğim iştir o. Dünyanın neresinde olursa olsun, mümkünse asfalt yolu olmayan, turizm konusu olmamış, AVM’si olmayan, yıldızlı otelleri olmayan yerlere gideyim, burnumu sokayım. Bu Sri Lanka’da da olabilir, bu dünyanın herhangi bir yerinde olabilir, Hindistan’da olabilir, Peru’da da olabilir. Bir yerde gözüne çarpar, orada bilmem ne manastırı varmış, yahut ulaşılmaz bir kale varmış. O yeri araman, oraya gitmen olay olur. Oradaki kasabanın bir numaralı olayı haline gelir. İnsanlar sana sorular sorar. Zorla misafir ederler. Oturur, sohbet edersin. Başın belaya girer. Ben bu vaziyetten kurtulamayacağım dersin. Sonuçta kurtulursun. O kurtulmanın zevki de başka bir şeydir. Seyahat etmek budur. Başının belaya girmesi lazım. Programların aksaması lazım. Dağda mahsur kalman lazım. O zaman zevklidir seyahat.
Türkiye’nin özellikle doğu yarısı, bu tür seyahat için uygun mekandır. Tehlikesi minimal. İnsanlar yabancılara karşı cömert ve davetkar. Yalnız Kürdü yahut Türkü yahut Süryanisi değil, polisi de, devlet memuru da böyledir. Her gittiğim yerde, her kesimde, polis ve jandarma ve kaymakam dahil olmak üzere hep konukseverlik gördüm, ilgi gördüm, merak gördüm. İlginin alt metni şu tabii. Kim lan bu adam? Hem de Ermeni. Kalkmış buralara gelmiş. Tipine bakarsan efendi birine benziyor, ama Allah’ın dağında yere bir bez örtüp yatıp uyuyabiliyor. Tek başına geziyor. Koruması yok. Silahlı değil. Mercedes’i yok. Her tarafı çarpık külüstür bir Kartal’la geziyor. Arabası bozulduğunda oto tamircinin atölyesine girip elini, yüzünü yağlayıp tamirciye yardımcı oluyor. Köylünün evinde yatıp kalkabiliyor rahatlıkla ama kaymakamla da valiyle de senli benli. Nedir bu adam? Zevkli bir diyalektik, o seni keşfetmeye çalışıyor, sen onları keşfetmeye çalışıyorsun. Çok şey öğreneceğin bir süreç.
Hazine aramaya geldiğini düşünüyorlar tabii. Türkiye’nin her yerinde otomatik varsayım o. Şaşmaz bir şey. Ulusal bir saplantı, define arayışı. Türkiye nüfusunun zannediyorum dörtte üçünün hayattaki yegane hobisi, yegane emeli, rüyası, hayali, futboldan da önce defineciliktir. Yani gavur hazinesi bulmaktır. Herhangi bir yabancının Urfa’nın köyüne yahut Erzincan’ın dağına niçin girmek isteyeceğine dair kafalarındaki yegane model o. İstediğiniz kadar çabalayın, ikna edemezsiniz, defineyle ilgilenmiyorum, define arayanların ahlaksız olduğunu düşünüyorum. İstediğin kadar dil dök, anlatamazsın. Alışırsınız bir süre sonra, o oyunun da kurallarını öğrenirsiniz. Küçük goller atıp eğlenirsiniz.