Ulusçuluğun nesi yanlış
Pazar Sohbeti
25 Eylül 2022
0:00
0:00

anahtar kelimeler

metin

Aileye diyorsunuz, önem veriyorsunuz. Bu açıdan birçok başka, aydın zümreden birçok insandan farklı bir pozisyondasınız. O halde ailenin genişletilmiş versiyonu olan ulus ve ulusçuluğa tepkiniz nedir?
Sorunun varsayımına katılmıyorum. Çünkü aileyle, ailecilikle, ailenin toplumsal önemini önemsemek ve aile fikrine değer vermek ile ulus ve ulusçuluk arasında radikal bir fark olduğunu düşünüyorum. Modern çağlarda ‘ulus’ olarak tanımlanan kümelerle o ulusların egemen olduğu devletlerin toplam tebaası hiçbir zaman örtüşmedi. Hiçbir ülkenin nüfusu ulusal açıdan homojen değildi. Her devlette, o devletin mutlak egemeni olduğunu iddia eden ulusa mensup olmayan insanlar vardı. Ulus ideolojisi, o insanların tümü üzerinde ulus adına egemenlik hakkına sahip olduğunu ileri sürdü. İlla aileye benzetecekseniz, bir apartmanda sayıca veya imkanlar açısından güçlü olan ailenin diğerleri üzerinde bir tahakküm ve terör rejimi kurduğu düzeni düşünün derim.
Her ulusçuluk, şaşmaz bir mantıkla, ayrımcılığa ve nefret ideolojisine yol açar. Dünyanın hiçbir yerinde, ülke içinde bölünmeyi, bölücülüğü ve nefreti barındırmayan bir ulusçuluk tanımıyorum. Türkiye’de ulusçuluğun nasıl doğup evrildiğine bakın. Osmanlı Devletinde, bir hanedanın egemenliği altında yan yana yaşayan uluslar vardı. Bunlardan biri, 20. yüzyıl başından itibaren, ülkenin tek hakimi olma davasına girişti. Ülkenin vatandaşı olan, ülkenin asli unsuru olan fakat farklı ulusal kimliklere sahip olan olan unsurları yok etmeyi, talan etmeyi, onlara karşı bir düşmanlık ve aşağılama söylemini kurmayı ‘milli mücadele’ olarak benimsedi. Yok edilecekler vaktiyle gayrimüslimlerdi. Sonra Kürtler, daha sonra da Arap göçmenler bu ulusçu nefretin tanımlayıcı unsuru haline geldi.
Aile öyle bir şey değil. Aile içinde fikir ve çıkar ayrılıkları olsa da, aile prensip olarak kendini bir sayan, dolayısıyla öyle ya da böyle bir şekilde karşılıklı ahlaki ilişkiler içinde bulunma hedefini güden bir topluluktur. Kavga da olsa grup içi ilişkiler girifttir. Amcaoğluna kızsan da dedeyi üzmemeye çalışırsın; babayla bozuşsan annenin vetosunu aşamazsın. Oysa 19. ve 20. yüzyıl ideolojisi olan ulus ve ulusçuluk buna benzemez. Devlet egemenliği fikrinin, her türlü insani ahlak kaygısını ezip geçen dinamiğiyle zehirlenmiştir. Nefret ve dışlama üzerine kuruludur. Bu hastalıkla malul olmayan bir ulus düşüncesi tanımıyorum.
Ha, zaman içinde bu konuda daha yumuşak veya nüanslı düşünmeme yol açan birtakım gözlemlerim oldu. İnsanların, dünyanın neresinde olursa olsun, böyle bir ‘biz’ duygusuna ihtiyacı olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Korkunç sonuçları olsa da bu bir temel insan ihtiyacı belli ki. Biz ve bizden olmayanlar, ötekiler, pisler! Özellikle Doğu Avrupa’da bir hayli vakit geçirince, Hırvatlarla Sırpları, Makedonlarla Bulgarları, Yunanları, Baltık ülkelerini, Ukrayna’yı, Rusya’yı, Ermenistan’ı, Gürcistan’ı tanıyınca net olarak gördüğün bir şey var. Ulusçuluk evet, feci sonuçları olan bir şey. Bir toplumsal çılgınlık, bir kolektif akıl hastalığı. Fakat çok yaygın bir olgu ve belli ki bir ihtiyaca cevap veriyor.
Bu paradoks nasıl aşılır bilmiyorum. Her halükarda ulus fikri üzerine kurulmamış, ortak coğrafya fikri üzerine kurulmuş bir devlet anlayışının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Şu rastgele çizilmiş veya birtakım tarihi tesadüfler sonucu oluşmuş olan sınırlar içindeki herkesin haklar ve aidiyet bazında ortak bir insanlığa sahip olduğu, ortak bir topluluk kimliğine sahip olduğu fikri, dar ulus milliyetçiliğine nazaran daha medeni, daha insani, daha ahlaklı bir yaklaşım gibi geliyor bana.