Ukrayna Savaşı’nda taraf tutmak neden şarttır
Pazar Sohbeti
10 Aralık 2023
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Cemalettin Taşçı ile 6 Aralık 2023’te yaptığımız online sohbete dair, birkaç gün sonra yaptığım değerlendirme.
Cemalettin Bey’le aramızdaki fikir ayrılığı Ukrayna Savaşı meselesinden çıkmıştı. Anladığım kadarıyla Cemalettin Bey temelde beni iki noktada eleştiriyor. Bir kere diyor ki, dünyamız büyük bir hızla değişiyor, sosyal yapılar değişiyor, yapay zeka, internet vs. yüzünden eski kavramların geçersizleştiği bir çağdayız. Devletler önemini kaybediyor. Dolayısıyla Ukrayna-Rusya Savaşı gibi bir egemenlik kavgası bir bakıma geçmiş bir çağın zihniyetinin ürünü olan bir şeydir. İkinci olarak ilkesel bir noktaya değiniyor. Diyor ki, önemli olan bireylerin ve toplumsal grupların toplum içindeki özerklik alanının büyütülmesidir. Batı dünyası, günümüzdeki tüm arızalarına rağmen, tarihten gelen müktesebatı nedeniyle bireyin ve grupların özerkliğine daha fazla pay veren, bunların büyütülmesine olanak sağlayan, bunları teşvik eden bir yapıya sahiptir. Buna karşılık Batı’nın antitezi olarak Rusya, Çin, İran, Arabistan gibi ülkeler, klasik totaliter modelin devamı olan ülkelerdir. Bireylerin ve grupların özerkliğine pay tanımazlar.
Siyasi düşüncenin ana hedefi olarak bireylerin ve grupların özerkliğini ön plana koyan, yani klasik terminolojide liberal diye adlandırılan bakış açısını ben paylaşırım. Bireylerin ve grupların toplum içindeki nispi özerkliğinin korunması ve büyütülmesi her türlü siyasi yargının ana ekseni olmalıdır. Bu konuda anlaşıyorum Cemalettin Bey’le. Lakin bugünkü dünyanın analizi konusunda biraz farklı düşünüyorum. Savunduğu bakış açısının adeta 1990’lar modeli olduğu kanısınndayım. Bundan on on beş sene önce bana sorsaydınız benzeri şeyleri söylerdim Batı dünyası ve diğer ülkeler konusunda. Fakat bugün geldiğimiz noktada birkaç şeyi farklı görüyorum.
Birinci mesele. Özerklik alanlarının büyütülmesi fikrine bir nüans katmanın önemini daha fazla fark ettim son yıllarda. Özerklik alanı deyince bir orta sınıf ütopyasından söz ediyoruz sanki. İnsanlar bana karışmasınlar, ben özgür ve güvenli bir şekilde kendi özel ilgi alanlarımı, kendi yaratıcılık sahalarımı geliştireyim, garajımda fizik deneyleri yapayım, başka insanlarla buluşup dernek kurayım, Kant okuyayım, piyano veya bağlama çalayım, vesaire. Fakat dünyamız zulümle dolu azgın bir dünya. Ve öyle anlaşılıyor ki önümüzdeki beş, on ve yüz yılda zulmün oranı ve şiddeti azalmayacak, artacak. Medeni sayılan toplumlarda bireylere ve gruplara yönelik zulmün, adaletsizliğin ve saldırının vahim bir şekilde arttığını görüyoruz. Eğer sen zulüm tehdidi altındaysan, özerklik kavramı bir anlam ifade etmez. Özerklik alanı verdik sana ama sabah akşam seni dövüyoruz, rastgele kurşunluyoruz, banka hesabına el koyuyoruz ve senin yapabileceğin hiçbir şey yok, başvurabileceğin bir merci yok. Zulüm gerçeğiyle yüzleşme ve zulmün aktörlerini zayıflatma ve geriletme çabasını en azından özerklik kavramı kadar merkezi bir yere yerleştirmek gerektiği kanaatine vardım.
İkincisi, bu perspektiften bakınca daha net görünüyor ki bugün Batı toplumlarına egemen olan kadrolara baktığımızda 1990’lardaki yahut 2000’lerin başındaki iyimserliğimizi korumaya imkan yok. Benim için dönüm noktası, zurnanın zırt dediği nokta, 2020 yılıdır. Covid hadisesidir. Covid mizanseni bir tarihi kırılma anıdır. Esasen biraz daha geniş perspektiften bakınca kavrıyoruz ki asıl kırılma noktası ondan bir yirmi yıl önceydi. Belki 2001’di dönüm noktası. O noktadan itibaren, Batı dünyasının yüz veya iki yüz yıldan beri sanıldığı gibi bireysel ve grupsal özerklik alanını güvenceye alan ve büyüten bir sistem olmadığını gördük. Aksine, bireyin ve grupların özerklik alanlarına karşı çok vahim bir saldırıya muhatap olduğumuzu idrak ettik. Belli bir ataletle, eskiden gelen alışkanlıkla birtakım şeyler sürüyor görünse de, esasen binanın kolonları kesilmiştir. Bireyin ve grupların özerkliğini güvenceye alan, bunun altyapısını oluşturan sistemler ve kavramlar sistemli olarak tahrip edilmiştir. Öyle ki, en ufak bir depremde bina gümbür gümbür yıkılacaktır. Çünkü toplumda bireylerin, grupların, insanların vicdani bağımsızlığını koruyacak olan dayanaklar ortadan kalkmıştır. Gelenekler ortadan kalkmıştır, aile dayanışması, yerel dayanışmalar ortadan kalkmıştır, dini inançlar ortadan kalkmıştır. Bunların her biri vaktiyle devletin ve egemen kesimlerin saldırılarına karşı bireylere ve gruplara direniş gücü sağlayan dayanaklardı. “Sayın Devlet, siz öyle diyorsunuz ama biz atamızdan öyle görmedik” dedirten dayanaklar ortadan kaldırılmıştır. Hakikat duygusu parçalanmıştır. Bireylerin, özellikle yönetim konumlarında olan bireylerin toplumun bütününe ilişkin bir sorumluluk duygusu taşımalarını sağlayacak olan eğitim standartları ortadan kaldırılmıştır. Üniversiteler artık toplumu yönlendiren temel ilkeler konusunda düşünebilen, tarihi emsalleri sağlıklı bir şekilde değerlendirebilen elitler yetiştirmiyor. Memur yetiştiriyor, teknokrat yetiştiriyor, algoritmaya uyacak insanlar yetiştiriyor, geçmiş insan tecrübelerinden faydalanmayı bilmeyen kırılgan ve ürkek insanlar yetiştiriyor. Bu şartlarda, bu toplumlarda, bireylerin ve grupların özerklik alanının korunması ihtimali ortadan kalkmıştır diye düşünüyorum.
Bu gelişmeler ancak mücadeleyle, kararlılıkla ve bilinçle, kasıtla ortadan kaldırılabilir. Bunlarla mücadele etmek gerekiyor. Peki nasıl mücadele edilecek? Var mı bir şansımız bu belayla başa çıkma konusunda? Demokratik mücadele mi dediniz? Demokratik yollardan mücadele imkanları iflas etmiştir. Seçimler ve siyasi partiler ve basın ve medya yoluyla muhalefet imkanı Batı toplumlarında ortadan kalkmıştır. Siyasi iktidarın oy yoluyla anlamlı bir şekilde değişmesinin imkanı kalmamıştır. Gerçek bir muhalefet partisinin ortaya çıkması imkansızdır, çıksa iktidara gelmesi imkansızdır, iktidara gelir gibi görünse de ciddi herhangi bir adım atması imkansızdır. Çünkü ulusal ve uluslararası bürokrasilerle, finans kurumlarıyla, istihbarat ve kamuoyu yönlendirme kurumlarıyla elleri kolları bağlanmıştır.
İkincisi, ihtilal yoluyla, isyan yoluyla, sokaklarda bağırıp çağırmak yoluyla değiştirme imkanı da ortadan kalkmıştır. Çünkü çağdaş polis devletinin örgütlü gücü karşısında çaresizsiniz, hiçbir şey yapamazsınız.
O halde ümitsizliğe mi kapılmak gerekiyor? Belki bir bakıma, bazen öyle görünüyor. Diğer yanda ise uzun zamandan beri unutmuş göründüğümüz bir temel gerçek var. Devletlerin gücüyle ancak başka devletler başa çıkabilir. Devletlerin, özellikle uzun zamandan beri dünyaya hakim olan devletlerin sınırsız gücü ve hırsı karşısında, ancak başka devletler, klasik yöntemlerle mücadele edebilirler. Bu boyutta bir güç birikimi ancak silahlı kuvvetle korunur ve buna ancak silahlı kuvvetle karşı konulabilir. Klasik diplomasi teorisinin temelinde yatan bakış açısı budur. 1648’de Otuz Yıl Savaşları’nın sonunda, 1815’de Napolyon Savaşları’nın sonunda hep bu ilke üzerinden gidilmiştir. Dünyaya egemen olmaya kalkan azgın bir devletin, “rogue” kelimesi kullanılıyor İngilizcede, iplerini koparmış bir devletin önüne ancak devletler arası güç dengesiyle geçilebilir. Bu devletlerin kibri ancak diğer devletler tarafından kırılabilir. Ve kırmanın yolu bellidir. Bir, azgın devletin askeri üretim kapasitesini tüketeceksin. İki, askeri ittifaklarını zayıflatacaksın. Üç, finansal kaynaklarını kurutacaksın.
Görebildiğim kadarıyla şu anda dünyada birçok cephede aynı anda verilen mücadelenin temel konuları bunlardır. Dünyayı ele geçirmiş olan, sınırsız zulüm kapasitesi edinmiş ve zulüm potansiyelini bilfiil sergilemiş ve sergilemekte olan bir devletler topluluğunun yeryüzü çapında geriletilmesi mücadelesi veriliyor. Bu geriletme mücadelesinde taraf tutmak şarttır, ahlaken ve siyaseten ödev olan bir şeydir. Ukrayna Savaşı bizi ilgilendirmiyor deme lüksümüz yok. Gazze’den bana ne deme lüksümüz yok. İranlıların sakalı ve türbanı var, haşa onlarla işbirliği edemeyiz deme lüksümüz yok.