Turabdin’de medeniyet nasıl bitti
Pazar Sohbeti
23 Temmuz 2023
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Geçenlerde tesadüfen bir kitap buldum, Basibrinalı Addai Vekayinamesi. Vekayinameyi yazan papaz Basibrinalı Addai bizim hemen yan köydeki halen Süryanilerin yaşadığı İdil ilçesinin Basibrin yani Haberli köyünden. Bu vekayiname bundan 600 yıl önce yazılmış. Yani bırakın okuma yazma bilmeyi, vekayiname yazabilecek bir kültür Turabdin dediğimiz bölgede egemen imiş bir zamanlar. Bugün ise, bırakın vekayiname yazacak birini, bırakın günlük tutacak birini, köyümde gençler dışında okuma yazma bilen yok. Turabdin 623 sene sonra taş devrine nasıl döndü? Niçin döndü? Tek suç İslam dininde mi?
Yerinde bir soru. Anadolu’nun aşağı yukarı her yerinde aynı soruyu sorabilirsiniz. Geçmişte yazılı kültürün ana vatanlarından biri olan bir ülke nasıl bu kadar cahilleşti? Bu konuyu Süryaniler öyleydi, Türkler böyle, Kürtler böyle düzeyinden biraz daha farklı bir tarihi perspektiften değerlendirmek lazım diye düşünüyorum.
Altı yüz yıl önce vekayiname yazan tek kişi değil, düzinelerle, hatta yüzlerce örneği var Ermenistan’ın ve Kürdistan’ın her yerinde. Bir yazı kültürü mevcutmuş eskiden. İmdi, bu yazı kültürü bir vakumda oluşmamış. O köyün halkı topyekün okur yazarmış, sabahtan akşama dek oturup kitap okurmuş, canı çekince de yazarmış gibi bir durum yok ortada. Kurum var bunu sağlayan. Yani müessese. Basibrinalı Adday, genç yaşında herhalde yetenekli çocuk bu denilip bir manastıra verilmiş. Manastırda yazman olarak yetiştirmişler. Bu bir meslektir. Usta çırak düzeni içinde öğrenilen bir sanattır. Yazı yazmak tıpkı marangozluk yahut terzilik gibi bir sanattır. Bu sanat kendiliğinden gelişmez. Bu sanatı öğretecek bir kurum gerekir, bir teşkilat gerekir. O kurumu ayakta tutacak güçlü bir ideoloji ve o kurumun arkasında duracak bir siyasi irade gerekir. Anadolu’da ve bilhassa Doğu illerinde, o dediğimiz kurum manastır olmuş 1500-1600 sene boyunca. Medeniyet ışığını canlı tutmuşlar, bazen isli bir kandil seviyesinde dahi olsa.
Doğu’da hemen her köyün biraz dışında mutlaka manastır vardır. Beş kişi, on kişi, daha büyük olanlarında elli kişi, yüz kişi cemaati olur. Çok sade koşullarda yaşarlar. Dünyevi zevklerden ve hazlardan uzak kalmayı prensip edinmişlerdir. Fakat elbette dünya zevklerinden ne kadar uzak kalırsan kal, ekonomik bir altyapı olmadan bu iş yürümez. Manastırı kurdun diye bitmiyor olay. Oradaki 50 kişiyi, 100 kişiyi besleyecek, sosyal etkinliğini canlı tutacak bir gelir kaynağı gerekir. Buraya her gün ekmek gelmesi lazım, süt gelmesi lazım, keçilerinin olması lazım, ineklerinin olması lazım, tarlasının olması lazım, buğdayının olması lazım, kira ödeyen akaretinin olması lazım. Yüz kişi hava civayla yaşamaz. Diyelim ki bir vakıfla bu işi çözdün. Bu sefer o vakfın hukukunu koruyacak, hırsızın uğursuzun elinde çarçur olmamasını sağlayacak, gelir akışını kuşaktan kuşağa güvenceye alacak bir de devlet teşkilatı lazım. Çünkü vakıf mülkü cazip lokmadır. Her çapulcunun, biti kanlanan her derebeyinin ağzının suyunu akıtır. Vakfı gerekirse silah gücüyle korumaya azimli bir kamu otoritesi yoksa koruyamazsın, birkaç yılda buharlaşır gider.
Gitgide o kanıya vardım ki Küçük Asya ve Mezopotamya ve Orta Doğu coğrafyasının en başarılı kurumsal yapılanması manastırdır. Uzun yüzyıllar boyunca fonksiyonel olmaya devam etmiş bir kurumsal düzenek. İslam fethinden sonra yavaş yavaş miadı dolmuş, işlevini kaybetmeye, yoksullaşmaya, düşmeye başlamış. Ekonomik altyapılarını kaybetmişler, arazilerini kaybetmişler. Bin başlık koyun sürüleri yüz başa düşmüş, sonra onlar da hasta olup ölmüş. Küçülmüş ve sefilleşmiş manastır kurumu. Onun yerine ne Hristiyanler ne de çağın efendisi Müslümanlar eşdeğer kuvvette bir şey kuramamışlar.
Manastırın İslam dünyasındaki karşılığı tekkedir. İlk dönemlerde, 13. 14. yüzyıllarda tekke de etkili bir kurum olmuş, bir kültürel faaliyet odağı olmuş. Fakat manastırın canlılığına ve daha önemlisi kalıcılığına ulaşmamış. Zaman içinde dejenere olmuş, kültürel fonksiyonunu kaybetmiş. Özetle: Hristiyan kurumları ölüyor, Müslümanlar onun yerine doğru dürüst bir işleyiş kuramıyorlar, modern çağa özgü yeni yapılanmalar da oluşturulamıyor. Olaya böyle bakın bence. Kurumsal altyapı açısından bakın.
Bugün hala tam orada, Basibrin’in 10-15 kilometre ötesinde Mor Gabriel Manastırı var. Mor Gabriel’i bence Türkiye’de yaşayan ve ülke konusunda fikir sahibi olmak isteyen herkesin hayatında mutlaka en az bir kere ziyaret etmesi lazım. Çok çarpıcı bir kurum çünkü. Allah’ın beter bir çölünün ortasında yapayalnız bir adacık orası. 1960-70’lere gelindiğinde neredeyse ölmüştü, terk edilmek üzereydi. Bir cesur önderin inadıyla, kişilik gücüyle ayağa kaldırıldı. Bir mimarlık abidesi olarak, bir eğitim kurumu olarak, yolcular için bir konukevi olarak, bir medeniyet odağı olarak yeniden canlandı. Süryani Kadim kilisesine ait bir kurumdur. Geleneğin temeli üzerinde yeni bir şey nasıl yapılabilir konusunda örnek olacak bir kurumdur. Biz Şirince’de giriştiğimiz işlerin ilhamını kısmen oradan aldık.
Hristiyan referanslı bir manastır fikrinden apayrı, ilhamını ondan alan fakat seküler bir dünyada Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir kültür odağı nasıl yaparız Şirince’de diye düşündük. Bunun pratik ve teorik zorluklarını bir zamanlar anlatmaya çok meraklıydım da artık çok uzakta kaldım, çok karışmak da istemiyorum işlerine. Fakat her halükârda Şirince’de yapmaya çalıştığımız oydu. 2005 yılıydı galiba, Matematik Köyü’nün kuruluşundan bir iki yıl önce, Ali Nesin’i yanıma alıp Mor Gabriel’e götürdüm. Gördük ki, demek mümkünmüş böyle bir şey. Çölün ortasında bir kültür vahası yaratılabiliyormuş. Tüm zorlukları, mali zorlukları, idari zorlukları, işletme zorluklarını, komşularla ilişkileri, bürokratik ve siyasi zorlukları yenip böyle bir oluşumu yaşatmak mümkünmüş. Bu bize büyük bir şevk kaynağı olmuştur. İnsana cesaret veren, onlar yaptıysa biz de yapabiliriz dedirten bir şey.
Şirince’de bir değil birbiriyle bağlantılı birkaç böyle kurum kurduk. Vakıf geleneğinin büyük ölçüde ölmüş olması modern toplumda nasıl büyük bir eksikliktir daha iyi idrak etme imkanını bulduk orada. İster istemez Matematik Köyü olsun, Tiyatro Medresesi olsun, Arke olsun, limited şirket olarak kuruldular. Limited şirket olduğun zaman bunun getirdiği bir sürü hukuki, mali sıkıntılar vardır. Şimdi onlara girmeye gerek yok. Bir bakıma bu ülkenin iki bin sene önce keşfetmiş olduğu kurumları, sistemleri el yordamıyla yeniden keşfetmek zorunda kalıyorsun. Kendini para kazanmak dışında bir şeye adamış olan bir kurum bu toplumda nasıl kurulur, nasıl geliştirilir, nasıl yaşatılır sorularıyla yüzleşmek zorunda kalıyorsun. Zor şeyler bunlar, gerçekten. Zorluklarının bir kısmı tahmin edebileceğiniz şeyler, bir kısmı içine girmedikçe aklınıza gelmeyecek şeyler.
Öğreniyor insan.