Sosyalizme ne oldu
Pazar Sohbeti
10 Ocak 2021
0:00
0:00

metin

Sosyalizm tamamen rafa mı kalkmıştır? Bugünlerde yaşanan ve artacağı benzeyen sınıflar arası gerilim nasıl sonuçlanır?
19. yüzyılda önerilen ve teorisi oluşturulan, 20. yüzyılın ilk yarısında dünyada belirli başarılar gösteren ve belli kesimleri ikna eden bir ideoloji olarak Sosyalizm çoktan tarihe karıştı. Son, son, son kullanım tarihi 1970’lerdi. O zamandan beri öyle bir şey yok. Öyle bir proje yok, öyle bir ihtimal yok, öyle bir politika yok. Tarihi bir konjonktürün eseriydi. Bitti. Geçti. Kapandı.
Birkaç şeyin senteziydi Sosyalizm. Anlatmaya çalışayım.
Toplumlarda kardeşlik, eşitlik, birlik ve beraberlik ideali insanlık tarihi kadar eski bir şeydir. Hepimiz kardeş olalım, barış türküleri söyleyelim. Kim buna hayır diyebilir? Tarihin her aşamasında bu fikir olmuştur. Bir hayaldir, bir idealdir, bir vizyondur. Fakat gerçek siyasette karşılığı olmayan bir şeydir. Bir yönlendirici fikir belki. Yahut kitleleri ajite edecek bir tema.
Bu bir. Sosyalizmin ikinci boyutu Fransız ihtilalinden başlayan sol, devrim hareketiydi. Sol ne demektir? Fransız ihtilalinden 1848’e giden süreçte sol demek, kurulu düzene karşı olmak demekti. Kurulu düzen, Avrupa için o tarihlerde monarşi ve aristokrasi ile, yani küçük kapalı bir yönetici zümre ile, kilisenin el eleliği idi. Kilisenin olayları açıklama, dünyaya anlam verme projesi gitgide çıkmaza girince buna tepki olarak yeni bir anlayış ortaya çıktı. ‘İlerici’ yahut progresist diye adlandırılan, bilimi ön plana çıkaran, toplumun akıl yoluyla eşitlik ve özgürlük ilkeleri çerçevesinde yeniden düzenlemeyi öneren bir akım ortaya çıktı. Gayet belirgin bir toplumsal tabanı vardı — öğretmenler, üniversite mezunları, kültürlü seçkinler. Eskiden bu kültürlü seçkinler papaz olurdu. Şimdi ise ruhban kariyerini güruhlar halinde terk edip avukat oldular, doktor oldular, yazar oldular, öğretmen oldular, profesör oldular, yahut hepsinden daha şerefli bir meslek olarak, profesyonel devrimci oldular. Sol buydu. Kurulu düzene karşı olmak, kurulu düzenin gerekirse ihtilal yoluyla devrilmesini savunmak, monarşiye ve kiliseye ve papaz sınıfına düşman olmaktı belirleyici vasıfları. Fransız ihtilalinin solu, 1848’in solu, Marx’ın gençliğinin solu buydu.
1848 ihtilalinin yenilgiyle sonuçlanması üzerine Marx ve kendisi gibi olan pek çok insan derin bir maddi ve manevi krize sürüklendi. Resmen dayak yediler. Ülkelerinden kaçmak zorunda kaldılar. Hayat boyu sürecek bir sefalet, zorluk, sürgün girdabına sürüklendiler. Ve şu sonucu çıkardılar bu tecrübeden. Biz bu entelektüel takımıyla, bu seçkinler takımıyla bu devrimi yapamayız. Peki nasıl yapacağız? Yepyeni bir olgu var şehirlerimizde. Büyük endüstri devrimi İngiltere’den başlayıp tüm Avrupa’yı etkisi altına almış. Milyonlarca köylü toprağını terk edip şehirlere göçmüş. Çok sefil koşullarda yaşayan ve büyük bir öfkeyle kabaran bir işçi sınıfı ortaya çıkmış. Demek ki biz, Fransız İhtilali solcuları, 1848 solcuları, işçi kardeşlerimizle bir ittifak kurmalıyız. Onların isyan potansiyelinden faydalanıp iktidarı ele geçirmeliyiz. Böylece tüm tarihin ortak hedefi ve ideali ve hayali olan kardeşçe, dostça ve mutlu mesut bir düzeni kurarız.
Bu, spesifik bir çağın gayet spesifik bir ihtiyacına cevap veren bir siyasi programdı. Avrupa’da 1945’lere dek işçi sınıfı, şehirli çalışan yoksul sınıf, toplumsal gerçeğin en temel boyutlarından birini oluşturdu. İşçi sınıfı büyük bir kitleydi ve örgütlenme savaşı içindeydi. İşçi sınıfıyla sol devrimci ideolojiler, ilerici ideolojiler, radikal cumhuriyetçi, anti klerikal hareket arasında bir ittifak mümkündü. Denendi. Sonuçlar feci derecede başarısız oldu. Ama bir dönem tüm batı toplumlarının ciddi bir şekilde gündeminde olan bir projeydi.
Bugün böyle bir işçi sınıfı yok. Batı toplumlarında endüstri gitgide küçüldü, marjinalleşti. Eskisi gibi sanayi proletaryası diye bir şey kalmadı. Sendika diye bir şey kalmadı. İşçi sınıfları şu anda toplumsal değerler açısından toplumun en muhafazakar kanadında yer alıyorlar. Hiçbirinin devrim yapmaktı, ilerici aydınlarla ittifak etmekti, kiliseleri yahut camileri bozup kreş yapmaktı gibi bir derdi yok. Başka bir çağa gelmişiz.
İkincisi, kiliselerin ve kralların topluma hakim olduğu dönem çoktan aşıldı. Tarihe gömüldü. Aksine, o bir zamanların ‘ilerici’ denilen fikirleri, akıl, bilim, evrensel okuryazarlık gibi 20. yüzyıl başının ilerici temaları, bugün artık iktidardalar. Eskiden kilise ve kral ne idiyse bugün onlar o pozisyonda. Büyük sermaye, büyük bürokrasiler, elit eğitim kurumları, kitle kontrol ve propaganda organları onların elinde.
Batı dünyasından söz ediyorum, Türkiye biraz farklı olabilir. Batı dünyasında, okumuş, geleneksel dinlerle alakasını kesmiş, toplumsal ahlak konularında eskiden ilerici sayılan görüşlere sahip olan kesimler bugün oligarşinin ta kendisi. İktidar onların elinde. Hala sözde ‘sol’ birtakım söylemleri kullanıyorlar, ama sol diye bildiğimiz gelenekle zerrece alakaları kalmamış. Sol demek kurulu düzene karşı, otoriteye karşı olmak demektir. Egemen düzenin iletişim kanallarını elinde tutan, Amerika Cumhurbaşkanını yasaklayıp susturacak kadar sansürün kalelerine hakim olan insanlar muhalif filan değildir, kurulu düzenin ta kendisidir. Otorite onlardır. Bugünün dünyasında sol demek, esasında onlara karşı çıkmak demektir.
Demek ki işçi sınıfı kalmadı, devrimci sol da kalmadı. İki ayrı süreçte, 1848-sonrası ittifakın iki bileşeni de ayrı ayrı dağıldılar. Başka bir yerdeyiz bugün. Hala devrimcilik ve sosyalistlik iddia eden birtakım marjinal grupçuklar var gerçi. Onları ciddi bir siyasi hareketten çok, her kuşakta baş gösteren ergen uyumsuzluğunun tezahürleri olarak değerlendirmek daha doğru olur sanırım.
Eğer büsbütün polis güdümünde toplumsal manipülasyon araçları değilseler tabii.