Sezgilere neden güvenmemeli
Pazar Sohbeti
1 Mayıs 2022
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Aklın yolundan sıkıldığınız, evrenin gizemlerine dair sezgilerin gösterdiği yolda, sınırları zorlamak istediğiniz zamanlar oluyor mu?
Hayır olmuyor. Bunda kesin ısrarcıyım. Bunun bir kişilik sorunu ya da duyarsızlık, vurdumduymazlık sorunu olduğunu da düşünmüyorum. Bir bilgi ve tecrübe meselesidir. Bilgilendikçe, yeryüzünde mevcut olan çeşitli fikirleri, akımları, tartışmaları, inatlaşmaları tanıdıkça, şunu görüyorsun ki, biliyorum zannettiğin her konuda mutlaka zıt görüşler de vardır. Akademik tartışma konusu yahut siyasi cepheleşme konusu olan her sahada, istisnasız her konuda, mutlaka karşıt görüşler vardır. İnsan tanıdıkça, daha doğrusu insan çeşitleri tanıdıkça, yani farklı eğitim sistemlerinden gelen, farklı toplumsal sınıflardan ve farklı ön yargılardan gelen insanlarla tanıştıkça, mesela dindarıydı, Hindusuydu, sağcısıydı, profesyonel katiliydi, eski komünistiydi, Bizantologuydu, Perulu köylüydü, çeşit çeşit insanlarla tanıştıkça görüyorsun ki senin o tartışılmaz gerçek, canım bariz işte, bunu biliyorum ben dediğin her konuda radikal bir şekilde farklı düşünen, üstelik büsbütün haksız da olmayan insanlar var dünyada. Dolayısıyla senin sezgi dediğin şey, benim içime doğuyor, ben bunun böyle olduğunu seziyorum dediğin şey, aslında senin cahilliğindir. Başka görüş açılarını bilmediğin için, kendi önyargılarını, kendi eleştirilmemiş, gözden geçirilmemiş kabullerini hakikat zannediyorsun. Bu kadar basit.
Normal koşullarda, insanların büyük çoğunluğu için, doğruyla yanlışı ayırt etmenin kolay bir kriteri vardır: Bizimkilerin söylediği doğrudur, ötekilerin söylediği yanlıştır. Basit çözüm, hiçbir psikolojik yorgunluk da yok içinde. Fakat deneyim ufkun genişledikçe bu basit, kolay, pratik yöntem işe yaramamaya başlıyor. Çünkü ‘Bizimkiler’ kim, aklın karışmaya başlıyor. ‘Bizimkileri’ dıştan gözlemeye başlıyorsun. Dolayısıyla artık ‘Bizimkiler’ olmaktan çıkıyorlar, gözüne dünyadaki milyon çeşit zümreden lalettayin biri gibi görünmeye başlıyorlar.
İşte o noktada önünde iki yol var. Birincisi ümitsizliğe kapılmak. Hiçbir zaman hiçbir şeyi bilmeme imkan yok, lanet olsun, deyip pes etmek. Mutlak agnostizmin karanlık çukuruna dalmak. İkincisi belki de kendini kandırmadır, bilmiyorum, ama tartışma-münazara ile, yani akıl yoluyla bir sonuca varılabileceğine inanmak.
İki farklı fikrin olduğu yerde bunlardan birini seçmenin tek gerçekçi yolu, tek tatmin edici yolu akıl yoludur gibi geliyor bana. Falan görüş hakkında hangi kanıtlar var? Bu görüşü ileri sürenler ne ölçüde güvenilir? Bu görüşü ileri sürenler ne diyor, ne demek istiyor? Benim anlamadığım veyahut da daha önce farkında olmadığım hangi tezi ileri sürmeye çalışıyorlar? Şimdi bunları karşılaştıralım, tartalım, hangisi ağır basacak? Bu kelimenin klasik anlamıyla, yani Marx öncesi anlamıyla, diyalektik denilen şeydir. Diyalektik demek tartışma demektir, münazara demektir. Gerçekten bir çözüm müdür? Diyalektik gerçekten hakikate mi götürür, karşılıklı önyargıların ve ‘sezgi’ denilen ham düşüncelerin daha rafine bir şekilde formülasyonundan başka bir şeye yarar mı, karar vermek güç. Fakat şu ölümlü dünyada elimizde bundan daha iyi bir alet de yok galiba.
Dünyada çeşitli görüşlerin olduğunu hakikaten anlamaya başladığın andan itibaren başka tutunabilecek bir dalın olduğunu sanmıyorum. Birçok konuda seni şaşırtan farklı görüşlerle tanıştıktan sonra şunu idrak ediyorsun: Bildiğim bir şey yok aslında. Aksi tezi duymadıysam bile mutlaka vardır bir aksi tez. Bir gün mutlaka karşıma çıkacak ve beni ezecek. Ne yapabilirim? Nasıl kendimi koruyabilirim?
Bunun tek yöntemi var benim bildiğim. O da diyalektik becerilerini geliştirmektir. Tartışmayı öğrenmektir. Delil ve kanıt yöntemlerini tanımaktır. Detektiflik becerisidir. Yani akıldır. Ve tabii en önemlisi, sezgilerine katiyen güvenmemeyi bilmektir.