Özgürlük kaç çeşittir, nasıl evrildi
Pazar Sohbeti
11 Haziran 2023
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Siyasette ve toplumda özgürlük ne demektir? Bir toplumun öbüründen daha özgür olup olmadığı nasıl anlaşılır?
Özgürlük her zaman bir şeyden özgürlüktür. Soyut ve nesnesiz bir özgürlük olmaz. Toplum içinde yaşayan insanın iradesi her zaman çeşitli otoriteler tarafından, kanunlar, töreler, inançlar, eş-dost, sorumluluklar, ahlaki ilkeler, ekonomik gerçekler, korkular vs. tarafından kısıtlanır. Özgürlük talebi, bazı kısıtların azaltılması ve yok edilmesi talebidir: Ben şu işi yapmak istiyorum, biri veya bir şey beni engelliyor, ben bu engelden kurtulmak istiyorsam özgürlük istiyorum demektir. O yüzden birisi kalkıp, ben özgürlükçüyüm, özgürlük lazım, herkese hak, ekmek ve özgürlük diye bir şey talep ettiği zaman, neyden ve kimden özgürlük diye sormalısınız. Seni kısan ne? Hangi kısıtı kaldırmak istiyorsun? Yoksa boş bir slogan olmaktan ileri gitmez.
1789’un özgürlüğü
Özgürlüğün siyasi söylemde temel bir değer olarak ortaya çıkması ve siyaset felsefesinin merkezi kavramı haline gelmesi 18. yüzyıl. Aydınlanma denilen hadise bu.
17. yüzyılın son yıllarından itibaren bazı Batı ülkelerinde özgürlük talebi, özgürlüğün realizasyonu, özgürlük vaadi en yüksek siyasi değer olarak algılanmış siyasi düşünürlerin bir kısmı tarafından. Neyi kastetmişler? Bunu anlamak için isterseniz bir yüz yıl daha geriye gidelim. 16. yüzyıl sonlarından itibaren Fransa’da, İngiltere’de, Hollanda’da, Alman şehir devletlerinde, özellikle Kalvinist Protestan mezheplerinde “liberty” yahut “liberté” kavramı kilit mevkiye geçer. Fakat bunların talep ettiği, uğruna mücadele ettiği, uğruna Eski Dünyayı terk edip Yeni Dünyaya yelken açarak özgür olmayı tahayyül ettiği özgürlük, mezhep özgürlüğüdür. Bir dini cemaatiniz var, bu dini cemaatin devlet tarafından rahat bırakılması talebidir. Çünkü o tarihte henüz dini otoriteden bağımsız yaşamak diye bir kavram henüz ortaya atılmamış. Akıllarına bile getirmemişler. Dinin işlevi bir kere çocukları eğitmek, ikincisi günlük ve haftalık ve yıllık yaşamı organize etmek, üçüncüsü insan yaşamının doğum, evlilik, ölüm gibi temel olaylarını regüle etmek, dördüncüsü emsalleri, meselleri, mitleri düzenlemek. Bunlar olmadan medeni yaşam mümkün değildir inancını o tarihte herkes paylaşmış. Fakat resmi devlet dini yerine biz ayrı bir cemaat kurduk, bu cemaatin daha güzel kanunları var, daha güzel töreleri var, buna özgürlük tanımalısın demişler. Amerika kıtasında istedikleri özgürlüğe kavuşunca da, ilk iş, cadıları yakmaya başlamışlar.
18. yüzyıl boyunca yavaş yavaş bu fikir evrilir. Fénelon ve Bayle ile başlayıp Voltaire’e varır. Derler ki, peki, toplum ahlakını yönetmek için din elzem olabilir. Fakat seçkin ve eğitimli insanlar, aydınlar, dinin otoritesine boyun eğmeye mecbur değildir. Arzu ederlerse dini törelere, dini inançlara, dini kitaplara riayet etmeden de yaşayabilirler. Dikkat edin, bu talep sadece Aydınlar içindir. Avamın dinsiz nasıl yaşayacağı meselesi 19. yüzyılın ikinci yarısına dek gündeme gelmez. İyi eğitilmiş, hatta din adamlarından çok daha iyi eğitim görmüş seçkin bir azınlığın, dini otoriteye boyun eğmesinin artık gerekmediği fikri, 18. ve 19. yüzyıl liberalizmin temel iddiasıdır.
Bu büyük bir devrimdir. Daha önce eşine rastlanmamış bir fikirdir. Modern çağın belirleyici düşüncesidir. Modern demek, tam olarak bu görüşe sahip olmak demektir. Arzu eden ve bu iş için yeterli donanıma sahip olan insanlar, toplumun ortak dini prensiplerine uymaya mecbur değildir!
Bu yaklaşımın sonucu, bilimler alanında, özellikle dinin kontrol ettiği bilgi alanlarında inanılmaz bir patlamadır. Biyolojide, tarih biliminde, dil biliminde, sosyolojide görülmemiş bir fikir açıklığı, bir yepyeni ufuklara açılma dinamizmi kazandırır topluma.
1918’in özgürlüğü
Özetle, 19. yüzyılın sonuna dek liberté’den — Osmanlıcada seçilen karşılığıyla hürriyet’ten — kasıt, dini otoriteden özgürlüktür. Birinci Dünya Savaşının ertesinde bu kez başka bir yere varırız. Dünya Savaşında Avrupa’nın yönetici sınıfları intihar ederler. Hem sayıca kırılırlar, hem toplumsal itibarlarını, otoritelerini çok ciddi şekilde zedelerler. Bunun sonucu olarak 1918’den başlayarak Batı dünyasında yeni bir özgürlük rüzgarı esmeye başlar. Yalnız bu seferki özgürlük rüzgarı, dine karşı özgürlük değildir. Burjuva değerleri diye tanımlanan bir şeye karşı özgürlüktür.
Kilise kurumu ikinci plana atılır. Tartışmaların odağında din yoktur artık. Buna karşılık toplumda itibarlı sayılan kesimlere karşı büyük bir isyan dalgası kabarır. Hedefte ‘burjuva’ diye tanımlanan toplumsal iktidar araçlarının tümü varır: Öncelikle servet, ardından soy, yaş ve resmi makam. Bu otorite simgeleri kökten reddedilir. Ahlak alanında, kıyafet alanında, sanat alanında, hukuk ve felsefe alanında, bu simgelerin temsil ettiği değerlere karşı özgürlük bayrağı açılır.
Yeni özgürlük dalgasının en gözle görünür sonuçları birkaç alanda ortaya çıkar. Kıyafette devrim yaşanır. Modern tarihte ilk kez kadın giysileri diz hizasına kadar veya dizin üzerine kadar açılır. Etekler kısalır, saçlar kısalır. Provokatif giyim standart bir şey haline gelir o zamanın kurallarına göre. İnsanlar kadın erkek mayo giyip denize girmeye başlarlar.
İkinci bir alan, ortak yaşam mekanlarıdır. Eskiden insanların ev dışı vakit geçirdikleri mekanların hemen hepsi, belirlenmiş otorite yapıları olan kurumlardır. Kilise, okul, işyeri, sendika, dernek gibi, birilerinin amir olduğu ve gerekirse diğerlerine söz verdiği yapılardır. 20. yüzyıl başında, Batı toplumlarında, kafe ve restoran toplumsal yaşamın ana mecraları haline gelir. Kafe ve restoranda insanlar anonimdir. Kimse kimseden üstün değildir. Kurum personeli amir değil, hizmetkardır. Proust’un veya Scott Fitzgerald’ın romanlarında karşımıza çıkan kafe ve restoran ortamının başına buyruk davranış normları, yeni bir toplumsal kültürün habercisidir.
Üçüncüsü, sanat alanında devrim yaşanır. O güne dek, her medeniyette ve Batı medeniyetinde de sanatın ana amacı, toplumun değerlerini ve toplumdaki güç hiyerarşisini yüceltmektir. Dünya Savaşı ertesinde bu amaç topyekün terk edilir. Aksine, toplumun egemen değerlerini eleştirmek, onlarla alay etmek, yeni sanatın başlıca ilgi konusu haline gelir. Modern sanat denilen şey doğar.
Yeni bir özgürlük anlayışından söz ediyoruz. 18. ve 19. yüzyılda, dini otoriteden insanlar özgürlük ilan ederken, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Paris’te, Londra’da, Chicago’da, burjuva değerlerinden ve toplumdaki yerleşik seçkin sınıfların değer yargılarından özgürlük ilan ederler.
1945’in özgürlüğü
Bu ikinci dalga özgürlük 20. yüzyılın ilk yarısında bir dizi büyük felaketle sonuçlanır. Nazizm ve komünizm tüm dünyaya hakim olmanın eşiğine gelirler. İkinci Dünya Savaşı yaşanır. İkinci Dünya Savaşından sonra yeni kurulan dünya düzeninde özgürlük arayışı bu kez yeni bir kıyafetle karşımıza çıkacaktır.
1945 sonrasının söyleminde, özgürlük artık galiptir. Özgürlük, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluğunun sahibi olan ABD’nin propaganda sloganıdır. Özgürlük artık şu veya bu otoriteye meydan okuyanların değil, dünyanın en güçlü devletinin resmi ilkesidir. Peki bu özgürlüğün gerçek dünyadaki karşılığı nedir? Ne anlamda bu insanlar daha özgürdür öncesine oranla? Ya da özgürlük eğer bir talep ise, neyin özgürlüğünü talep etmektedirler?
Yeni dönemde, özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde, özgürlük fikri kapitalizmle özdeşleştirilir. Sovyet sosyalizmi bir tür kontr örnek, bir günah keçisi olarak karşı kefeye konur. Özgürlük, sosyalizmin zıddıdır. Esas itibariyle kamusal çıkar fikrine ve kamusal çıkarı temsit etme iddiasında olan kurumlara karşı özgürlüktür. Daha somut olarak, kamu bürokrasisinden özgürlüktür.
Amerikan Libertaryenlerinin, Ayn Rand’ların, Ludwig von Mises’lerin özgürlük derken kastettikleri şey dini otoriteden özgürlük değildir. Burjuva değerlerinden özgürlük de değildir. Ya nedir? Devlet, yani polis, vergi memuru, gümrük memuru işimize karışmasın, bize bulaşmasın, mümkün olduğunca az yönetsin talebidir. Pratikte bu talep, ‘parası olanın parası kutsaldır, ona kimse dokunmasın’ diye de özetlenebilir. Parası olan düdüğü çalsın felsefesidir. Devletlerin yetki alanının dev adımlarla büyüdüğü bir çağda, belki, kısmen, haklı bir dilek ve haklı bir talep sayılabilir. Fakat böyle bir talebin, tarihin o güne dek gördüğü en büyük bürokratik makineye sahip bir devletin resmi ideolojisi haline gelmesindeki paradoks uzun süre görmezden gelinir. ‘Devlet çıkarı bizi yönetmesin’ diyenler, hizmet ettikleri devlet çıkarının bu slogandan beslendiğini anlamak istemezler.
George Orwell, yeni ‘özgürlük’ sloganının nasıl bir totaliter dünyaya kapı açtığını daha 1948’de fark etmiştir. Fakat bu bilginin daha geniş kesimlere yayılması için 2010’ların, 2020’lerin polis devleti kabusunu beklemek gerekecektir.
1968’in özgürlüğü
Dördüncü büyük özgürlük dalgası 1960’ların sonunda üniversitelerde yaşanan isyanla gündeme geldi. Bunun sosyal temellerini başka zaman uzun uzadıya analiz ederiz. Özetlemek gerekirse, İkinci Dünya Harbini izleyen yıllarda Batı dünyasında üniversiteli sayısında büyük bir patlama yaşandı. Üniversite eğitimi bir ayrıcalık olmaktan çıktı, bir toplumsal sınıf haline geldi. Üniversitelerdeki genç insanlar, tarihin her döneminde gençlerin talep ettiği birtakım şeyleri talep etmeye başladılar. Bunu, o günün siyasi koşullarından faydalanarak, Vietnam savaşının doğurduğu tiksinti hissinden faydalanarak, toplumun genişçe bir kesimine kabul ettirdiler.
Bu yeni dönemin özgürlüğü iki temel boyuttan oluşuyordu. Bir, cinsel sorumluluktan özgürlük. Bu, benim için hassas bir konu. Hayatım boyunca özel yaşamımda savunmuş olduğum bir dava. Bakalım kendimle çelişmeden tanımlayabilecek miyim.
Cinsel sorumluluktan özgürlüğünü ilan etmek, gençlikte zannediyorum ki kaçınılmaz bir bakış açısıdır. Her genç insan yaşamının bir döneminde bunu savunur. Eğer üniversite yaşamı, 1960’larda olduğu gibi, başlı başına toplumsal kültürün belirleyici bir unsuru haline gelmişse, bu bakış açısı toplum genelinde de ciddi bir ağırlık kazanabilir. Öte yandan şu da inkar edilmez bir gerçek ki, cinsel ilişki, insan oğlunun ve kızının hayatta girişebileceği en tehlikeli eylemdir. Hava akrobasisinden falan daha tehlikeli bir şeydir. Çok uzun vadeli sonuçları olabilen, bireyin yaşamını kökten değiştirebilen, büyük ahlaki çıkmazlara yol açabilen bir hadisedir. İnsanlar tarih boyunca bu tehlikeli faaliyeti zapturapt altına almak, tehlikelerini azaltmak, kontrol altına almak için çeşitli kurumlar icat etmişler. Bu kurumların olumlu ve olumsuz sonuçları görülmüş. Bu kurumlar nedeniyle de pek çok insan büyük mutsuzluklar, büyük felaketler yaşamış. Şimdi dendi ki, bunları elimizin tersiyle itelim, cinsel alanda mutlak sorumsuzluğu norm haline getirelim. 1960’ların büyük keşfi buydu. Cinsel özgürlük birdenbire büyük bir değer olarak ortaya kondu. İnsanlığın kuşaklar boyunca biriktirmiş olduğu bilgi ve tecrübe dağarcığına karşı gençler isyan ettiler. Çok haklı oldukları noktalar vardı. Bilgi ve tecrübe dağarcığı, kendini ‘özgürlükçü’ diye pazarlayan otoriter düzenin bir aleti, bir baskı unsuru haline geldiğinde insanlar isyan ederler ve nitekim ettiler.
Cinsel özgürlük talebiyle eş zamanlı olarak ve onu tamamlar nitelikte ikinci bir isyan dalgası üniversiteleri sardı. Bu isyan doğrudan doğruya üniversite kurumunun temellerine yönelikti. Üniversitede otoritenin ana dayanağı bilgi tekelidir. Üniversitenin ahlaki otoritesine baş kaldırınca, doğal olarak bilgi tekeli de sorgulanır hale geldi. Yogadan tut zenci kültürüne, kadın duygusallığına, yapısalcı esoterizme dek uzanan bir spektrumda alternatif bilgi teorileri ortaya atıldı. Her türlü bilginin esasen imkansız olduğu, bilgi denilen her şeyin temelden reddedilebileceği, doğruyu bilmenin imkansız olduğu şeklinde bakış açıları üniversiteleri sardı. Bu anti-rasyonel ve anti-entelektüel tezler, özgürlük mücadelesi başlığı altında ileri sürüldü.
Kısa vadede bu yeni özgürlük dalgası belki akademik dünyada var olan bir dizi kemikleşmiş bilgi yapısının yıkılmasına yol açtı. Uzun vadede ise, 30-40 yıllık bir sürecin sonunda, dehşetli surette bilgisiz bir kuşağın Batı dünyasında yönetim pozisyonlarını işgal etmesi sonucunu doğurdu.
Kıssadan hisse: Demek ki özgürlük mücadelesi, yapıcı sonuçları kadar yıkıcı sonuçları da olabilen, belalı bir süreçmiş.