Osmanlı’da kültür var mıydı
Pazar Sohbeti
25 Eylül 2022
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Osmanlı ideolojisinde kültür nasıl tanımlanıyordu?
Bugün nasıl tanımlanıyor kültür? Bir toplumun kendine özgü töreleri, özellikle de o törelerin düşünsel ve sanatsal boyutu demek sanırım. Bu anlamda oldukça modern bir kavramdır. 19. yüzyıl ortalarında Almanya’da belirir, 1870 dolaylarında İngiltere ve Fransa’ya ithal edilir. Türkçeye 20. yüzyıl başlarında, sosyoloji literatürüyle girer. Ziya Gökalp bu yeni kavramı ‘hars’ sözcüğüyle karşılamayı dener.
Kültürden önceki tabir sivilizasyondur. 18. yüzyıl ortalarında Fransa’da duyulmuş bir kelime. Gelişkin bir toplumun eğitimle edinilen kurum ve düşüncelerini dinden bağımsız bir olgu olarak tanımlama çabasının ürünü. Bu anlamda sekülerliğin ve Aydınlanma düşüncesinin önemli bir kalemidir. Türkçeye 1820 veya 30’lu yıllarda ‘temeddün’ diye çevrilir. Hemen ardından ‘medeniyyet’ sözcüğü keşfedilir. Osmanlı aydınları 19. yüzyılın ikinci yarısında medeniyet kavramıyla bir hayli mesai yaparlar.
Sivilizasyon = medeniyet ile kültürün farkı, globalleşen emperyalizmin öğrettikleridir. Medeniyet, üstünlük iddiası içeren bir kavramdır. Her zaman yüksek bir mertebeye işaret eder. Oysa kültür nötrdür, ya da nötr olmaya çalışır. 1871’de Tyler’ın “Primitive Culture” adlı kitabı yayınlanır — yani İlkel Kültür, yahut İlkel Toplumların Kültürü. Halbuki ilkel medeniyet diye bir şey olamaz, çünkü medeniyet, adı üstünde, ilkelliği aşmak demektir. İlkelliğin zıddıdır. İlkel kültür olur, çünkü Batı dünyası Asya’da, Afrika’da, Okyanusya’da yazılı kültürü olmayan toplumlarla tanışmış ve onların töre ve geleneklerini tanıma ihtiyacını duymuştur.
Bu tarihlerden önce ne vardı?
Bu tarihlerden önce bir tek şey vardı: Din. Bugün medeniyet ya da kültür dediğimiz şeyin Osmanlı’daki karşılığı dindir. Din bir yaşam tarzıdır. Daha doğrusu, üzerine bir yaşam tarzının ve devlet yönetiminin inşa edildiği, onların temeli olan değer yargıları ve anlatılar bütünüdür diyelim. Bir inanç sistemidir. Bir mitoloji sistemidir, yani insanların eğitim yoluyla edindikleri ve birbirlerine sürekli olarak anlatmaktan zevk aldıkları bir model-insan öyküleri dizisidir. Bir hukuk sistemidir. Bir yaşam gustosudur, bir lezzettir. Öyle ki, başka bir ülkede senin dininden olan insanların mahallesine gittiğin zaman anında tanırsın. Bak burada işkembeciler var, burada cumbalı evler var, şurada kaldırım taşlı sokaklar var, bazı kadınların kıyafeti peynir tulumu gibi, demek ki bunlar Müslüman. Çünkü Müslümanlığın tanımı sadece bir kitapta yazan birtakım teorik ifadeler değildir. İşkembeci dükkanı da Müslümanlığın bir parçasıdır. Cumbalı evler de Müslümanlığın bir parçasıdır. Yamuk yumuk taş döşeli sokaklar da Müslümanlığın bir parçasıdır. Bir yaşam biçimi, bir edep anlayışı, bir kişilik modeli, bunların hepsi dinin bir parçasıdır. Belli birtakım mimari formlar, görsel sanatlarda bir dizi motif, bir müzik anlayışı, bunların hepsi dini oluşturan unsurlardır. Bu anlamda din, sekülerleşme çağında medeniyet diye tanımlanan hadisenin aslıdır, orijinalidir.
Osmanlı, din ile eş kapsamlı olan kültür anlayışının ötesine hiçbir zaman geçmedi. Belki 19. yüzyılın en sonunda ve İkinci Meşrutiyet yıllarında küçük bir öncü zümre o çerçeveyi aşmaya teşebbüs ettiler. Onlardan bir iki kuşak önce Osmanlı Ermenileri, kendi içlerindeki mezhep çatışmalarının da etkisiyle, kiliseden bağımsız bir ulusal kültürü tanımlama çabasına giriştiler.
Ermenilerin bu çabası Türklere nasıl ve ne ölçüde yansıdı, bence çok esaslı bir araştırma konusu olmaya layık bir mevzudur.