Osmanlı neden matbaa kurmadı
Pazar Sohbeti
28 Haziran 2020
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Emrah Safa Gürkan Osmanlı matbaa kurmadı çünkü talep yoktu diyor. Türklerin okumaya ilgisizliğinin nedeni nedir sizce?
İstanbul’da ilk matbaayı 1494 yılında Yahudiler kurdu. İkinci olarak Ermeniler, İstanbul’da 1567’de bir matbaa kurdular. Rumlar ilk matbaalarını 1624’te kurdu. Türkler, yani Müslümanlar, 1728’de kurdu. İlki olan Yahudilerin matbaasıyla ilk İslam matbaası arasında 230 küsur yıllık bir gecikme var.
Şimdi, ilk aklımıza gelen nedir? Vayy, bu Türkler niye bu kadar geri? Otomatik olarak aklınızda hazır bekleyen bir dizi hipotez sıralanır: İşte, yobazlar engel olmuştur, şeyhülislam fetva vermemiştir, Türkler zaten öyledir. Öyle değil mi?
Bu hazır kalıpla yetinmeyen ikinci bir yaklaşım, belirttiğiniz gibi Emrah Safa Gürkan bir podcastinde değindi, talep yoktu o yüzden matbaa gelmedi dedi. Burada bir adım daha yaklaşmış oluyoruz gerçeğe. Biraz daha rasyonel, biraz daha sosyolojik bir bakış açısı. Gözlemi doğru: Talep yoktu ki matbaa kurulsun. İyi güzel de şu soruyu da sormalıyız: Yahudilerde neden talep vardı? Ermenilerde neden talep vardı? Daha mı akıllıydılar? Daha mı okuryazardılar? Ve eğer öyleyse neden?
Sıralamaya dikkat edin. İlk önce Yahudiler, en son Müslümanlar. Şimdi, İstanbul nüfusunu oluşturan dört ana unsur var Osmanlı çağları boyunca, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Türkler. Bunlar arasında statü ve ekonomik güç olarak en düşük olanı hep Yahudilerdir. Sayıca en küçük onlar. İtibar bakımından son sırada gelen, yani herkesin şamar oğlanı olan onlar. Tahminlerinizin aksine son derece fakirler. Tipik Yahudi mesleği, İstanbul’da Osmanlı çağında eskicilik. Ama ilk onlar kurmuş matbaayı. Ermeniler hiyerarşide Yahudilerin bir basamak üstüdür. Ermeniler tipik olarak Yahudileri döver, buna karşılık Rumlardan ve Türklerden dayak yer. Osmanlı düzeni böyle. Sayıca Yahudilerden fazla, Rumlardan daha azlar. 16. yüzyılda henüz, 19. yüzyıldaki gibi ciddi bir ekonomik birikime kavuşmamışlar. Fakir bir toplum.
Üçüncü kademede Rumlar var. Rumlar şehrin eski sahipleri. En azından oradan kalma bir statü var, bir özgüven var. Artı eski imparatorluk kurumlarının bir kısmını korumuşlar. Patrikhane devlet içinde devlet gibi. Artı, merkezi İstanbul olan bir dünyanın, yani bir ucu Sırbistan’a, bir ucu Bursa’ya, Ankara’ya, Antalya’ya dayanan bölgenin nüfus olarak egemen unsuru onlar. Çünkü o dönemde Bulgarlar da, Sırplar da Rum sayılıyor. Dolayısıyla sayıca Müslümanlardan daha fazlalar. Üçüncü olarak onlara sıra gelmiş.
İmparatorluğun yönetici sınıfı ise en son matbaaya el atmış. Bu olguyu iyi düşünün. Hazır kalıp polemiklerin içinde düşünmemeye çalışın. Bir mesafe koyun aranıza, uzaylının bakış açısından bakın. Neden bir toplumun statü açısından en düşük zümresi matbaayı hemen benimser, buna karşılık egemen zümre direnebildiğince direnir?
Egemenlik derken 19. yüzyıl normlarına göre düşünmeyin. 16. yüzyılda, 17. yüzyılda gayrimüslimlerin mesela ata binmesi yasak. Ata binmiş bir Müslüman geçerken boynunu eğip temenna etmek zorunda. Mahkemede Müslümana karşı tanıklık edemiyor. Evi komşu Müslüman evinden daha yüksek olamıyor; olursa eğer gelip yıktırıyorlar. Ne bileyim sarık saramıyor, yeşil renkli giysi giyemiyor, sarı pabuç giyemiyor. Bunların her biri aşağılamaya yönelik, aşağılama üzerine kurulu birer uygulamadır. Kuran’da biliyorsunuz öyle diyor, “eğer size boyun eğer ve aşağılayıcı bir anlaşmayı kabul ederlerse onları öldürmeyin.” Sistemli olarak aşağıyıcı tedbirlere maruz bırakılan bir zümre var bir tarafta; öbür tarafta ise toplumsal egemenliğin tek ve mutlak sahibi olan bir yönetici sınıf.
Neden üst statüye sahip olan bu zümre, tam da egemenlik pozisyonu sarsılmaya başladığı sırada, yani Karlofça Antlaşması ile ağır bir dayak yiyip ilk kez ‘Eyvah kâfirler galiba bizden daha güçlü’ dedikleri noktada matbaayı kabul ediyor? Bakın böyle düşünün, ne kadar ilginçleşiyor konu.
Şunu unutun bir kere. Türkler deyince bugünkü literatürde karşımıza çıkan mazlum, boynu bükük köylüden söz etmiyoruz. Egemen bir yönetici zümreden söz ediyoruz. Kolonyal bir zümreden söz ediyoruz. Devletin sahibi. Devletin işlevi nedir? Devlet vergi alır. Adam soyma işinde kendisine hizmet etmesi için bir de ordu besler. Direnen, direnme potansiyeli olan, ‘Ya abim, işte bu sene vergi ödeyemiyoruz kusura bakma ama işler kesat’ diyenlerin kellesini uçurur. Ve bu şekilde onlardan haraç alır. Haraç alma mekanizmasıdır devlet. Osmanlı devleti bu modelin yalın bir örneği, başka fazlaca bir işlevi yok haraç almak dışında. Bu devlette yönetici azınlık olan bir zümrenin neden matbaaya sırtını döndüğünü iyi düşünün. Çünkü rasyonel bir karar ve yobazlıkla mobazlıkla alakası yok. Yobazlık kısmı işin cila kısmıdır. Gayet mantıklı bir karar, gayet soğukkanlı bir karar. Niye paylaşacaksın ki? Bilgiyi niye ayak takımına indireceksin ki? Bundan ne kârın var?
Matbaanın zararları
Şunu da unutmayalım. Matbaa büyük ilerleme değil mi? Modern toplum matbaa üzerine kurulu. Matbaa sayesinde toplumlar ileri gitti, büyüdü, vesaire, bildiğin şeyler. Peki matbaanın icadının Avrupadaki net etkisi ne olmuş? Bence dikkatle izleyince başka şeyler göreceksiniz.
Birinci net etki: İnanılmaz miktarda İncil basılmış ve böylece İncil her eve girme fırsatını bulmuş. Daha önce çok pahalı bir şeydi, ancak kilisede uzaktan göreceğin bir şeydi. İncil basılıyor, orta sınıfa kadar insanların evlerine giriyor. Bunun net sonucu, Avrupa’da o güne kadar benzerine ender rastlanmış bir yobazlık patlaması olmuştur. Yani din, matbaanın sonucu olarak zayıflamamıştır, güçlenmiştir. 200 sene sürmüştür o yobazlık dalgası.
Bu bir. İkincisi bunun hemen peşinden, bir başka şaşırtıcı ayrıntıya dikkat edin. Matbaanın icadından ve İncil’in her eve ulaşmasından kısa bir süre sonra ilk blockbuster bestseller, büyük satış yapan, bütün Avrupa’da satan ve sayısız baskısı yapılan kitap hangisidir? Sene 1486 mı 87 mi, “Malleus Maleficarum”, Kötülerin Balyozu isimli bir kitap. Yazarı Alman bir zatı muhterem, Şeytan insanları nasıl iğva eder, toplumları nasıl bozar ve özellikle cadı kılığına girerek nasıl toplumlarda nifak ve fesat tohumları eker, cadılar nasıl tespit edilir, cadılar nasıl giderilir, cadıların yaptığı büyüler nasıl bozulur konularını anlatan son derece faideli bir eser. Bu eser matbaanın icadından sonra Avrupa’nın tarihinin ilk bestsellerı olmuştur İncil’i saymazsak.
Hani ders kitaplarında, popüler tarih öykülerinde derler, Ortaçağ’da cadı avı vardı diye. Ortaçağda cadı avı diye bir şey yok. Yahut varsa yaygınlaşmamış, yerel bir şey. Cadı avının Avrupa çapında bir çılgınlığa dönüşmesi 1480’ler, 1490’lardadır. Matbaanın icadının dolaysız sonuçlerından biridir. Kilise kurumu buna kerhen cevaz verdi. Haklı, cadıları yakmak lazım, başka türlü giderilemez bunlar. Organize etmeye çalıştılar. Yani halkın doğrudan linç etmesi yerine kilise kontrolü ele alarak olaya en azından bir miktar bürokratik bir çerçeve, bir hukuki çerçeve getirmeye çalıştı. Yüz yıl, yüz elli yıl boyunca Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarının en belirgin davranış biçimlerinden biri haline geldi cadı avı. Hangi sayede oldu bu? Matbaa sayesinde oldu.
Şimdi günümüzde de bunun bir benzerini yaşıyoruz. İnternetin icadı, insanlığa özgürlük getirecek, insanlığa akıl getirecek, bilim getirecek vesaire dedik. Tıraşmış. Bunun tam tersi olduğu anlaşıldı. İnternetin gelmesiyle, kitlesel isteri, irrasyonel duygularla oluşan linç kampanyaları ve o linç kampanyaları ile birlikte gelişen polis devleti yaşamımızın en temel gerçeği haline geldi. Bunu da aklımızın bir köşesinde tutmakta fayda var.