On Kasım neden anılır
Samos Sürgünü (Podcast)
13 Kasım 2020
0:00
0:00

anahtar kelimeler

metin

ERKİN: Bu yıl Şirince’de 10 Kasım, daha önce hiç görmediğim kadar büyük bir coşku ve melodrama ile anıldı. Herkes onun daha önce hiç idrak edemediği kadar önemli bir gün olduğunu dile getirdi. Hatta katılmak istemediğini belirten veya oradan uzaklaşmaya çalışan insanlara zorla, şiddetle gerekirse saygı duruşunda durduruldu ve onlara söylenilmesi gereken şeyler söylendi. Atamız olmasaydı sen de olmazdın, ismin bilmem ne olurdu gibisinde toplum önünde aşağılandılar. Üstelik bu aşağılanan çocuk Kürt.
SEVAN: Bir toplumsal tehdit töreni desek doğru olur mu acaba? Sadakat testi yapılıyor. Yani sen devletimizin ve milletimizin ortak değerlerine boyun eğiyor musun yoksa vatan haini misin, göster anlamına gelen bir ritüel. Bütün söylemi özünde buna indirgenebilir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, mesela 1960’larda ve tekrar 1980’lerde ciddi cezai sonuçları olabilen bir testti. Saygı duruşu göstermezsen veya göstersen bile laubali davranırsan veya gülümsersen veya arada çiklet çiğnersen ciddi bir şekilde celalandırılabiliyordun, hapse girebiliyordun, en azından toplum içinde sözel yahut fiziksel şiddete maruz kalabiliyordun.
Bazı dönemlerde gevşer bu hadise. direkt olarak bir saldırıya uğramazsın, fakat mimlenirsin. Türkiye Cumhuriyeti’nde bir insanın başına gelebilecek olan en korkunç şeydir mimlenmek. Hayat boyu altından kalkamayacağın bir yükün altına girersin. Yaşamı sana zehir ederler, fırsatlarını elimden alırlar. Sürekli olarak kaynağını kestiremediğin, boyutunu ölçemediğin, yüzleşemediğin bir belalar zinciriyle karşı karşıya kalırsın. Hayatını karartırlar. 10 Kasım töreni bu çökertme operasyonunun, bu sınama operasyonunun en önemli ayaklarından biridir. Aynı şekilde her hafta okulda milli marşın söylenmesi, aynı şekilde devletin ve eğitim sisteminin ipe sapa gelmez yalanlarına alenen boyun eğmek zorunda bırakılman. Bu sınavlarda en ufak bir aksaklık not edilir. İleride aleyhine kullanılmak üzere deftere kaydedilir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel işleyiş mekanizması budur: Vatandaşların her zaman kuşkulu olan sadakatini test etmek, sınamak. 1920-30’lar tarzı totaliter devletlerin temelindeki yanlışın en göze çarpan, en net hissedilen örneklerinden biridir 10 Kasım anmaları.
Bu törenlerin şöyle bir özelliği vardır. Ne kadar irrasyonel olursa, ne kadar anlamsız, ve saçma olursa o kadar kıymetlidir bu törenler. Çünkü anlamsız olmasa, mesela Atatürk’ü anmak için korna çalmak veya ayakta durmak gibi bir anlamsız bir davranış değil de, atıyorum, resim yapmak yahut bir matematik problemi çözmek yoluna gidilse, buna boyun eğen kişinin sadakatinden emin olamazsın. Çünkü yaptığı şey kendi içinde anlamlı olan bir şeydir. Dolayısıyla neden bu anlamlı hareketi yaptığından emin olamazsın. Devlete sadakatinden mi yapıyor, yoksa matematik problemi çözmekten hoşlandığı için mi öyle yapıyor? İçeriğinin boş olması gerekir. Törenin anlamsız bir tören olması gerekir ki buna boyun eğmek gerçek bir sadakat testi olsun.
Sana boyun eğiyor; emrediyorsun, o da ne kadar saçma olursa olsun emri yerine getiriyor. Bu tür sadakat testlerinin en temel özelliği anlamsızlıklarıdır. Anlamsızlığın ve yalanın gitgide artan bir oranda, bir toplumun hücrelerine kadar işlemesi bu sürecin bir sonucudur. Sürekli bir sadakat testinin söz konusu olduğu bir toplumda yalan baş tacı edilir. Yalan sürekli olarak tekrarlanan, toplumsal yaşamın temel unsurlarından biri haline gelen bir davranış biçimi haline gelir.
ERKİN: Yurt dışında bu kadar yoğun bir şekilde kutlanan bir tarihi figür görmüyorum. Çinlisinden, Ugandalısına kadar kimse mesela Instagram’da oranın o figürünü eklemiyor. Bunun salt devlet dayatması olduğunu zannetmiyorum. Instagram’da devletin bir şey paylaşmayı dayatabileceğini zannetmiyorum. Burada belirsenmiş bir şey var. Bir sürü Çinli arkadaşım var. Hiçbirisi kalkıp Deng Xiaoping’in Mao Zedong’un fotoğraflarını paylaşmıyor onların ölüm yıldönümünde. Çin’e dışarıdan bakınca insanların aklına totaliter devlet geliyor. Oysa çok yoğun bir skeptisizm var bunlara karşı. Çok istekle böyle bir şeyi kutlayan hiç kimseye rastlamadım. Yapmak zorunda olsalar bile yaptıktan sonra, ulan ne boş iş diye düşünüyorlar. Ciddiye alanı hiç görmedim.
Türkiye’de niye bu kadar yoğun bir şekilde kutlanıyor? Ben şöyle açıklayabiliyorum bunu, belki bir kesimin diğer taraftan gördüğü bir risk, tehlike var. Bunun için Atatürk simgesine sarılıyorlar herhalde.
SN: Kemal kültünün son yirmi yıldır aldığı şekil ilginç bir şey. Devletin simgesi bu adam, devletin ta kendisi. Asker ve bürokrasinin kutsal saydığı her şeyin, devletin kutsalları dediğimiz şeyin simgesi. Her devlet dairesinde, her okulda, her tapu dairesinde duvarda bulunan simge, devletin ikonu. Devlet otoritesinin amblemi. Devletle işiniz olduğunda bunu çok yakından izlersiniz. Orada koltuğuna kurulmuş olan imar müdürü yahut okul müdürü veya bakan, arkasına o resmi almakla ne kazanıyor? Şu duyguya kapılıyor. Ben sonsuz bir gücün temsilcisiyim. Dolayısıyla her türlü yalanı söyleyebilir, her türlü vicdansızlığı yapabilir, her türlü zulmü icra edebilirim. Çünkü arkam kuvvetli. Çünkü arkamda Atatürk var.
Öte yandan devletin ve otoritenin cisimleşmiş hali olan bir ikona, Türkiye’de özellikle son 20 yılda, bir muhalefet figürü gibi sunulabiliyor. Görülmemiş bir şey bu, benzersiz bir kişilik bölünmesi, acayip bir toplumsal şizofreni. Kendilerini muhalif olarak gören insanlar, ki bunlar arasında gençler de var, kendine sosyalist diyenler de var, ilkokuldan beri devletin topluma dayattığı tehdidin simgesi olan figürü bir devrimci karakter veyahut da bir ilericilik simgesi veyahut da bir muhalefet simgesi olarak sunabiliyorlar. Anlaması çok güç bir hadise.
ARSEN: Devlet dairelerinde Atatürk resmi görmek sanırım yasal bir uygulama. Artık ama bir otele girdiğimde veya berbere girdiğimde de her yerde Atatürk görmeye başladım. Hatta evlerde bile Atatürk köşeleri oluşmaya başladı.
ERKİN: Bana daha çok bir sinyal gibi geliyor bu. Ne bileyim, evinin kapısında maşallah yazanlar, veyahut elif-lam harfleri koymak gibi şeyler yapan insanlar var. Sonuçta bir sinyal veriyor. Ben bu taraftanım diyor. Burada boyun eğmeden ziyade, gelen insanlara bakın burası böyle bir yer, ben böyle birisiyim mesajı vermeye çalışıyor.
SN: Doğru tabii. Atatürk kültü Türkiye’de 1983’den sonra zayıflama eğilimi göstermişti. 1990’larda doğrudan Genelkurmay eliyle zorlamaya çalıştılar, fakat o dönemde de genç insanlarda fazla etkili olmadı. Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelmesiyle beraber bir Atatürk rönesansına tanık olduk. Başka bir şeyin simgesi haline gelmeye başladı. Her şeyden önce dinci kesime bir muhalefetin simgesi oldu.
İkinci bir boyutu da var ki insanlar çoğu zaman bunu algılamıyor. Aynı zamanda bir sınıfsal aşağılamanın simgesi haline geldi. Yani kaba saba ve cahil insanlar olarak görülen nüfus çoğunluğuna karşı toplumun hızla mevzi kaybetmekte olan az çok okumuş orta sınıfın aidiyet simgesi haline geldi. Bu sınıf aslında Özal yıllarından beri adım adım toplumda mevzi kaybediyordu. AKP iktidarında o düşüş hakikaten can yakmaya başladı. Ayağımızın altından toprak hızla kayıyor fakat biz düşmek istemiyoruz, proleter sınıfından nefret ediyoruz diye haykıran bir kesimin bayrağı oldu Atatürk ikonu. Sınıfsal korku, sınıfsal nefrete evrildi. Gitgide artan bir oranda dizginlerinden boşalmış bir ırkçılıkla özdeşleşti. Özellikle geri kalmışlığın ve proleter kültürünün temsilcisi sayılan Kürtlere karşı nefretin simgesi haline geldi. Bildiğimiz Nazi ideolojisinin bir tezahürü olarak karşımıza çıktı. Son aylarda sanıyorum Kürtler biraz arka plana çekilince bu kez Suriyeli ve Afganlı mülteciler Atatürkçü asabiyetin başlıca konusu haline geldiler. Türk Nazizminin yeni Yahudileri onlar olacak gibi görünüyor.
ARSEN: Tam olarak öyle olmuyor, işin ilginç tarafı da o. Şirince’de bu On Kasım dayatmasını yapan insanların AK Parti’ye oy verdiğini biliyorum. Şirince’nin Rumelili kesimi daha mülayim oluyor bu konularda. AK Parti tabanının Atatürk’ü bu kadar sıkı sıkıya benimsemiş olması birazcık şaşırtıcıydı.
ERKİN: Ben proleter kısmına çok katılmıyorum. Çünkü o kadar fazla zengin insan yok Türkiye’de.
SEVAN: Türkiye’de sınıfsal ayrım zenginlik üzerinden yürümez, eğitim üzerinden yürür. Net ayıraç eğitimdir. Devlet okullarında sanki bir devlet memuru olacakmış gibi yetişen ve bunun sonucunda ya memur ya da doktor, muhasebeci, avukat vesaire olan kesim, gelir düzeyi esnaftan veya küçük sanayiciden düşük dahi olsa kendini onlardan üstün sayar. ‘Cahil halk’ diye tanımlanan kesime karşı bir üstünlük simgesi olarak kullanılıyor Atatürk diye düşünüyorum.
ERKİN: Türkiye halkının çoğunluğunun kategorik bir Atatürk karşıtlığı yok aslında. Sadece laiklik ve din meselelerinden ötürü bu ayırım biraz keskinleşti. Şu anda gördüğümüz ise, o keskinlik kayboluyor, ilginç olan kısım da orası. Bir taraf hala laiklik ve din bağlamında Atatürk’ü benimsiyor, aslında AKP iktidardan gitsin diyemedikleri için Atatürk’e sığınıyorlar. Öbür taraf da gitgide artan bir şovenizm ve devletçilik nedeniyle Atatürk’e sarılıyor.
SEVAN: Benim ortaokuldan beri bildiğim bir şey var. Bu toplumda herhangi bir nedenle normdan sapan insanları terörize etmek için kullanılan simgelerin başlıcalarıdır, bayrak ve Atatürk. Normdan sapmak derken bu bedensel görüntü olabilir, zeka düzeyi olabilir, eğitim tarzı olabilir, aile geçmişi olabilir, sakatlık olabilir, cinsel tercih olabilir. Herhangi bir okul müdürünün yahut tarih hocasının ağzından tükürük saça saça attığı nutukları düşünün. Hepsinin ortak teması budur. Zayıf olanı biz ezeriz. Çünkü arkamızda Atatürk var. TC Devleti’nin söylemini bir cümleyle özetlemek gerekirse budur. Zayıf olanı biz ezeriz. Hayatını söndürürüz. Çünkü biz Atatürk çocuklarıyız. Budur. Kendimi bildim bileli duyduğum derin nefretin temelinde bu hadise yatıyor. Eğer farklıysan seni Atatürk sopasıyla döverler. Atatürk’e patolojik bir bağlılıkla sarılanların da temelinde bu psikoloji var. Atatürkçü olmayanı dövüyorlar, o yüzden ben Atatürkçü olayım, aman dayak yemeyeyim. Esasında bir zaaf belirtisidir. Kendini güçsüz hisseden insanlar bir güruha dahil olarak o güruhun askeri gücünden, o güruhun şiddet tekelinden yararlanmak isterler.
1938 yılında ölmüş bir siyasi şahsiyet olan Atatürk başka bir hadise, konuyla ilgisi yok. Bugün vardığımız noktadan sorumlu mudur o adam? Tam da sorumlu olamaz, nasıl olacak ki, aradan 80 sene geçmiş. Fakat şurası bence bariz bir gerçek: Bu toplumu sürekli olarak aşağı çeken, ruh hastalığına mahkum eden faktörlerin başlıcası bu Atatürk ikonacılığıdır. Atatürk’ü kullanarak adam ezme alışkanlığıdır. Sanki bu toplum yükselmeye çalışanları, birey olmaya çalışanları sürekli ayaklarından tutup aşağıya çekiyor. Ve onlara bu aşağı çekme gücünü veren şeylerden biri din ise, diğeri Atatürk simgesidir.
ARSEN: İnsanoğlu yüzyıllar boyunca farklı düşüncelerini ve tarzlarını açıkça ifade etme özgürlüğüne, lüksüne sahip değildi. Bu bahsettiğimiz hizaya getirme mekanizmaları tarih boyunca hep vardı. Ama insanoğlu bununla yaşamayı ve evrilmeyi de biliyordu. Türkiye’de batının daha özgürlükçü rüzgârları hiçbir zaman oturmadı. Modern totaliter devletlerin yaptığı şey 13. yüzyılda Katolik kilisesinin yaptığı şeyden çok mu farklı? Farklı bir şey, daha çirkin bir şey yapıyorlarmış gibi geliyor, ama tam olarak ismini de koyamıyorum.
SEVAN: Her toplumda birtakım dayatma mekanizmaları vardır. Her toplum belli ölçülerde normdan sapanları cezalandırır, uyarır, ortalamaya doğru çeker, fazla ileri gitmesine izin vermez. Bu insan hayatının bir parçası. Her zaman böyle olmuş. Dönem dönem baskının arttığını, kontrolden çıkarak zulme dönüştüğünü görüyoruz. Engizisyon döneminde de insanlar çok mutlu değildi İspanya’da, bu bir gerçek. Özetle norm dışılığın şiddetle cezalandırıldığı ya da tolere edildiği dönemler olmuştur tarihte. Bu açıdan tarihte bir yön tespit etmek kolay değil. Sürekli bir dalgalanma, bir ileri bir geri, biraz açık biraz daha kapalı toplum hadisesini görüyoruz.
Eski toplumlarda belki merkezi kontrol mekanizmaları o kadar güçlü değildi. Görünürde bir ideolojik bütünlük altyapısı olsa bile, bunun ötesinde kişilerin geniş özerklik alanları vardı. Kendi toplumları, kendi cemaatleri vardı. Eski toplumlarda her zaman farklı etnik gruplar, farklı dinler yan yana yaşamışlardır. Bunun getirdiği belirli özgürlük alanları vardır. Eğer senin sokağında veya kasabanda üç, dört ayrı cemaat bir şekilde yan yana var olabiliyorsa, her bir cemaatin kendi içindeki esneklik payı da bir ölçüde daha fazla olur.
Daha önemlisi, aile dayanışmalarının, dini cemaat dayanışmalarının daha kuvvetli olduğu bir toplumda, merkezi bir ideolojinin her yere nüfuz etme şansı yoktur. Türkiye’de modernleşmenin getirdiği en büyük sonuç, özgürlüklerin artması yönünde olmamıştır, azalması yönünde olmuştur. Kişilerin ve grupların kaçabilecekleri köşelerin azalması, tasfiye edilmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Totaliter ideoloji, 20. yüzyıl başından beri Türkiye toplumuna egemen olmuştur. Totaliter ideolojinin temeli şudur: Herkes, tek bir devletin gücü altında olmalıdır. Herkes, devletin emrine, devletin ideolojisine, devletin kurallarına uymalıdır. Devlet, görevi gereği her alanı, düşünceyi, felsefeyi, tarihi, dini, inancı, siyasi görüşleri regüle etmeye yetkilidir. Bunun dışına kaçamazsın. Çünkü totaliter devlet mutlak itaat ister. Sürekli itaat ister ve bu itaatin sürekli olarak yüksek sesle tekrarlanmasını talep eder. Bu da korkunç bir şey. Türkiye’nin son yüzyılda daha öncesine oranla sosyal ve kültürel anlamda fakirleşmesinin başlıca sebebidir.
ERKİN: Yine Çin’den bir örnek vereyim. Oraya gittiğimde insanların elbette siyasetle ilgilendiklerini, ne kadar baskıcı bir düzen olsa da kendi aralarında farklı düşünceleri dile getirdiklerini düşünüyordum. Ama baktım ki böyle değilmiş. İki sene boyunca anlamaya çalıştım, çok ufak bir kitle dışında gerçekten pek kimsenin umurunda değil. Çünkü insanlara bir şekilde para verdiğinizde, gelir sağlığınızda, ekonomik büyüme sağladığınızda kalanı çok umursamıyorlar. Türkiye’de de böyle bir şey var muhtemelen. İnsanlar için Atatürk’ü anmanın bir bedeli yok. Bu onlardan bir şey götürmüyor. Çünkü onların hayatlarında çok mühim bir noktada da değil. Bir eksisi yok, getirdiği birtakım bir şeyler var. Pragmatik bir tercih.
SEVAN: Doğrudur. Haklısın tabii, biliyorum. Çirkin bir itaat gösterisini inanarak veya severek veya gülümseyerek yapan insanlar da aslında on dakika sonra normal insana dönüşüyorlar. O törenlerle aslında toplum içinde farklı bir şeyler yapmaya cesareti olan, farklı bir şeyleri düşünmeye veya uygulamaya veya farklı bir kıyafeti, farklı bir yaşam tarzını farklı bir dünya görüşünü, farklı bir hakikat algısını oluşturmaya imkanı olan insanları yok ettiklerini, yok edilmesine hizmet ettiklerinin farkında değiller. Alelade günlük hayatın akışı içinde yaptıkları, masum bir şey zannettikleri ritüelle aslında toplumun çürümesine yol açan, toplumun karanlığa gömülmesine yol açan bir törenin parçası oluyorlar. Bu da açıklı bir şey. Bunun yeterince bilincinde olduklarını zannetmiyorum.