Neden anti kapitalist olunur
Samos Sürgünü (Podcast)
11 Nisan 2020
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Sizi başta, yani hayatınızın başlarında soldan tanıdık. Marx çeviren falan birisiydiniz. Ondan sonra yavaş yavaş biraz daha sağa, liberalizme ve açık marketlere kaydınız. Ondan sonra şimdi sanki tekrardan sola kayıyorsunuz gibi bir rivayet var. Neler oluyor? Gemiyi terk etmenin vakti geldi mi? Geçen hafta mesela kar amacı giden ekonomik sistem hepimizin sonunu hazırlıyor gibi bir şey söylediniz. Halbuki buna 10-15 sene önce can u gönülden inanıyorduk hepimiz.
O kadar radikal bir yalpalama olduğunu zannetmiyorum. Yaşamımın bazı dönemlerinde bazı vurgular ön plana çıkmış olabilir. Fakat temel yaklaşımımın değiştiğini zannetmiyorum.
Zannediyorum bir kişilik meselesi, doğuştan gelen bir şey. Devrimcilik yani radikalizm, daha doğrusu mevcut otoriteyi sorgulamak, bir şeyi sırf var olduğu için kabul eden anlayışa karşı çıkmak en temel içgüdüm olmuş. Belki bir tür ergenliği aşamama hali olduğunu söyleyebilirsiniz. Otorite gördüğün yerde sorgulayacaksın kardeşim. Daha da spesifik olmak gerekirse, güçlü olanın, gücüne istinaden hakikati ve aklı bükmesine tahammül göstermeyeceksin. Zorbalığın en menfur çeşididir bu, “güç bende, onun için iki kere iki beş eder demeni emrediyorum” diyen iktidar kibri. Bu tavra duyduğum nefret hiç değişmemiştir ilk gençlik, hatta çocukluk yıllarımdan biri.
İkincisi, kolektivizme alerjim var. Toplumun duygularını, toplumun düşüncelerini, toplumun değerlerini ön plana çıkarma anlamında kolektivizm bana kişisel olarak cazip gelmeyen bir fikir. Hiçbir zaman da gelmedi. Kalabalıkların birey üzerinde hak sahibi olmasını her zaman çok rahatsız edici bir fikir olarak gördüm. Bu da yine bir kişilik meselesi zannediyorum. Marksizme ilgi duyduğum iki üç yıllık kısa dönemde işin sosyalizm tarafı beni çok ilgilendirmedi, daha çok devrim romantizmiydi yirmi ila yirmi beş yaşındaki Sevan’ı cezbeden.
Liberalizme gelince, liberalizmi temelde bir özgürlük meselesi olarak gördüm. Aklın ve vicdanın özgürlüğü asıl davadır. İnsanı insan yapan şey budur, aklın ve vicdanın özgürlüğüdür. Siyasi rejimler ve siyasi olaylar karşısında temel kriterim hep bu oldu. Bir siyasi sistem eğer aklın ve vicdanın gelişmesine izin veriyorsa, güçlünün darbeleri altında ezilmemesine yardımcı oluyorsa, o ölçüde iyidir. Yoksa değildir. Bireyin aklıyla ve vicdanıyla baş başa kalmasına açık kapı bırakıyor mu, bırakmıyor mu? Temel hadise budur benim açımdan.
İnsanın varlık sebebini kâr peşinde koşmaya indirgeyen düşünce tarzı benim tasvip edemeyeceğim bir şey. Paranın esiri olmak, devletlerin esiri olmaktan farklı bir esaret değil. Aklı ve vicdanı körelten bir şey. Bu anlamda kapitalizm hiçbir zaman bana cazip gelmedi. Fakat var olanlar arasında şerrin ehveni olarak, bir siyasi zümrenin veya devletin aşırı derecede güçlenmesine karşı bir tedbir olarak, en azından o yönüyle olumlu olduğuna kanaat getirdim.
1970’lerin ikinci yarısında dünya birtakım gerçeklerle yüz yüze geldi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki otuz yıl boyunca uygulanan sosyalist politikalar, devletin gitgide daha büyük bir alanı işgal etmesi, sosyal programlar yoluyla toplumun her alanına gitgide artan bir oranda nüfuz etmesi, sonuçta hem ekonomik hem kültürel bir tıkanma noktasına gelmişti. Tepki olarak Reagan’ın ve Thatcher’ın başlattığı devleti küçültme operasyonunun doğru olduğunu düşündüm. En azından yapılması gereken bir şey olduğu kanısına kapıldım.
Bugün, kırk yılın sonunda, 1980’de girilen bu yolun da çıkmaz bir yol olduğu bence anlaşılmıştır. Bir kere inkar edilemeyecek şu basit gerçek var ortada: Yeni liberalizm, hareket noktası olan ana vaadi yerine getirmek şöyle dursun, tam zıddı sonucu doğurdu. Devleti küçülteceğiz dediler, tarihte eşine rastlanmamış ölçüde büyüttüler. ABD’de Reagan döneminden, İngiltere’de Thatcher, Türkiye’de Özal döneminden itibaren kamu bütçeleri astronomik bir hızla büyüdü. 1980 öncesinde sosyal hizmete ayrılan bütçeler aşırı büyük, küçültmeliyiz dediler. Sonuçta yatırımcı sınıflara ve polis devletine ve o devleti işler kılmak için istihdam edilen milyonlarca lüzumsuz işler memuruna ayrılan bütçeler patladı. Şimdi geriye baktığımızda bunun kaçınılmaz bir gelişme olduğunu net olarak görüyoruz. Toplumsal sermayeyi alt tabakalardan alıp paralı kesime aktaracaksan elinde sağlam sopa olması lazım, yoksa seni tepetaklak ederler. Polis devleti işte o sopanın adıdır. Sonra polis devletini regüle etmek için bir de masa başı ordusu beslemen gerekir. İşçi sınıfını ezersen işçilerin işsiz kalan çocukları gider, “üniversite” adını verdiğin aylak mekteplerinin sıralarını doldururlar. Sonuçta toplumun yarısı, memur olmak dışında hiçbir işe yarar becerisi olmayan insanlarla dolar. Onlara masa başı işi ayarlamaya uğraşırken gene bütçen patlar.
Özetle devleti küçülteceğiz dediler, büyüttüler. Fakat daha vahim, daha zehirli bir etkisi de vardı Yeni Liberalizm’in. Devlet kavramını çürüttüler. Toplumların kendi ortak yaşamları için, kendi gelecekleri ve gelecek kuşakların faydası için ortak kararlar vermesi lüzumsuzdur dediler. Bırak şirketler alsın kararları. Peki bu şirketler hangi bazda alıyor bu kararları? Yönlendirici fikir nedir? Kapitalizmin dünyasında şirketlerin sadece bir tek meşru amacı vardır: Bankalara daha çok faiz, devlete daha çok vergi, yatırımcılara daha çok kar payı ödemek. “Büyüme” dedikleri şey bundan ibarettir. Şirket yöneticisi bu üçünden başka herhangi bir amaç güder ve bundan dolayı bu üçüne olan ödemeleri aksarsa o yönetici kötü bir yöneticidir. Yasal sorumluluğu bile doğabilir.
Kusura bakmayın ama bu işte yanlış var. Bu anlayışın sonucunda dünya yaşanmaz bir yer haline geliyor. Yaşamı anlamlı ve değerli kılan her şeyi para tapınağında kurban etmek gerekir diyorlar. Doğal kaynakları sanki yarın yokmuş gibi, bundan yüz yıl sonra artık insanlar olmayacakmış gibi tüketmeye çalışıyorlar. Çünkü neden? Çünkü büyümek için boğazımıza kadar borca battık ve borcumuzun faizini ödemek için gece gündüz çalışmak zorundayız. O yüzden her şeyi tüketmeliyiz. Ormanları da tüketmeliyiz, denizleri de tüketmeliyiz, ayı da tüketmeliyiz, uzayı da tüketmeliyiz.
Çılgın bir anlayıştır bu. Apaçık şekilde yanlış, sorumsuz ve ahlaksız bir bakış açısı.
Peki günümüzde çevreci hareketin buna sunduğu çözümler veya değindiği problemler, yani bu hareketin kendisi sizce makul bir platform mu?
Hayır, çevreci hareketin işi bence duyar kasmak, İngilizcesi virtue signalling. Ben çok erdemliyim, çok namusluyum diye haykıran herkes namussuzdur. Her zaman doğru olan bir kural bu, hayatta öğrendiğim temel bir ilke. Çevreci hareket kendi moral üstünlüğünü kanıtlamayı, diğerlerinin alçaklığını vurgulamayı tek dava haline getirmiş görünüyor. Bu da kabul edilebilir bir şey değil. Çevreci hareketin temelinde büyük bir akıl tutulması var aslına bakarsan. Önerdikleri şeyler, daha az otomobile binelim, naylon torba yerine kese kağıdı kullanalım falan, gülünç şeyler. Yaraya merhem olmayacak şeyler. Temeldeki problemle yüzleşmek istemiyorlar.
Kapitalizm insanlara belli bir yaşam standardı dayatıyor. Bunu adeta zorunlu hale getiriyor. Bu yaşam standardına uymazsan ilkelsin, seni adam yerine koymayız mesajını durup dinlenmeden neşrediyor. Evde Sümerbank basmasından diktiğin şalvarla sokağa çıkamazsın, markalı pantolon veya etek giymen lazım. Bunun için ne yapıp edip para kazanman lazım. Cep telefonun olması lazım. Yılda en az bir kere tatile çıkman lazım. Anneleri bir şirkette köle olarak çalışırken çocuklara baksın diye maaşlı hizmetçi tutman lazım. Çocuklarını üniversitede okutman lazım. Bir yaşam standardı belirlemiş. İmdi, dünyada sekiz milyar insan var ve bariz gerçek şu ki sekiz milyar insana bu yaşam standardını vermeye kalkarsan hep beraber batarız. İmkansız bir hedef. Öbür seçenek, dünyanın bir kısmı bu standarttan yararlansın, gerisi ilkel koşullarda yaşasın. Bu da olmaz, egemen felsefi paradigmaya aykırı. İnsanların tüketimde eşit olduğu fikri o kadar kuvvetle pompalanmış ki geri adım atmanın imkanı yok.
Bunun sürdürülebilir bir şey olduğunu sanmıyorum. Son on yahut yirmi yılda geldik bu gerçekle yüz yüze.
Çözümü kimse açıkça söylemeye cesaret edemiyor. Bu nüfusla bu refah düzeyi sürdürülemez. Dünya nüfusu bir milyara inse belki sürdürülebilir. Fakat bugünkü sekiz milyar nüfusla sürdürülmesine imkan yok.
Dünyanın bu kadar insana yetmeyeceği çok söyleniyor. Ve her söylendiği sefer yanlış çıktı. Malthus’un zamanından bu yana nüfusun belli bir noktada tıkanıp kalacağı ve bu noktadan sonra asla dünyanın yeterli gelmeyeceğini muhtemelen yüzlerce kişi söyledi. Yüzlerce kişi tam bu zaman bu zaman dedi. Şimdi niye olsun ki bu? Her seferinde yanlışlanmış bir teori.
Malthus zamanında bu kadar tükenmemişti dünya. Çok büyük bir bölümü henüz bakirdi. Girilmemiş veya çok düşük yoğunlukta insanın yaşadığı kıtalar vardı. İngiltere’nin önemli bir kısmı hala ormandı. Bu bir. İkincisi, sanayi toplumu henüz emekleme aşamasındaydı. İnsanların yaşam standardı birçok açıdan Neolitik çağın başlarında oluşturulan standarttan çok farklı değildi. Doğal ürünleri yiyordu insanlar, giysilerini evde dikiyorlardı, ulaşım için at ve eşek kullanıyorlardı. Bugün geldiğimiz noktada sırf otomobil denilen facianın yarattığı tahribat dayanılmaz bir noktaya gelmiştir. Malthus zamanında olmayan öbür önemli kalem elektrik tüketimi ve bunun gerektirdiği devasa enerji harcaması. Kömürle başladık. Kömür bitti, petrolle ve doğal gazla devam ettik. Termik santraller, nükleer santraller veya hidroelektrik barajlarla devam ettik. Bu nereye kadar sürdürülebilir? Yani dünyanın tüm doğal kaynaklarını tüketmeden bu boyutta enerji üretimi nasıl sağlanabilir?
Objektif bir açıdan anlatayım. Gezmeyi seven biri olarak hayatım boyunca Türkiye’nin her yerini, dünyanın da birçok yerini gezdim. 90’lara kadar Türkiye bakir sürprizleri çok olan bir ülkeydi. Gittiğinde heyecan duyacağın, kainatın güzelliğine tanıklık edeceğin köşe bucağı hala epeyceydi. Bugün ise Türkiye’de bakir olan hiçbir şey kalmadı. Ülkenin bütün sathına homojen olarak 21. yüzyılın çirkinliği yayıldı. Aynı sefil binalar, aynı çirkin ve tozlu yollar, aynı Türkcell kuleleri ve aynı ceberrut ve ahmak devlet teşkilatı, biletler, yasaklar, trafik polisleri, her hücresine sindi ülkenin. Dolayısıyla Türkiye’de yolculuğun bir zevki kalmadı. Oysa önemli şeyler bunlar yahu. Para kazanmaktan veya tüketmekten daha önemli şeyler.
O dediğiniz yerlere eskiden insanların çoğu ulaşamıyordu. Ülkedeki 85 milyon insanın 84 milyonu bugünkü duruma şükrediyor. Dolayısıyla itirazınız bence sınıfsal, belli küçük bir zümrenin şeyinin dışına çıkılmış olması sizi rahatsız ediyor. Hem köylü bakir kalmak istiyor mu bakalım?
Bir yönüyle haklısın. Yalnız ben bu olayı topyekün bir yaşam kalitesi kaybı olarak algılıyorum.
Senin için mi, köylü için mi?
...
Otobiyografik not: Covid kabusunun henüz dünya üzerine yeni çöktüğü günlerde yapılan bu söyleşide, kapitalizm karşıtı bakış açımın henüz tam oluşmadığı göze çarpıyor. Son kısımdaki tartışmada Erkin (Ergüney) beni evire çevire mat etmiş. Diyaloğun tümünü buraya aktarmaya içim elvermedi.