Misyoner okullarını neden kurdular
Pazar Sohbeti
25 Eylül 2022
0:00
0:00

anahtar kelimeler

metin

Osmanlı’daki misyoner okulları bilim, irfan mı yaymaya mı gelmişti, Osmanlı toplumunun ayrışmasında payları yok mudur?
İlim, irfan ancak bir kültürel çerçeve içinde var olabilir. Kültürel çerçeve bir anlatılar bütünüdür. İnsanların kendi yaşamlarına, kendi toplumlarına anlam vermek amacıyla anlattıkları bir dizi masaldır. Ve bilim, yani ancak okul sayesinde edineceğin yüksek bilme eylemi, ve bunun bütün içeriği, o masallar çerçevesi içinde bir anlam taşır.
Şimdi, misyoner okullarını kuran ve yönetenlerin ifadelerine bakarsanız, onların inançlarına, orada hocalık yapmış insanların anılarına, mektuplarına, anlatılarına bakarsanız, gayet net bir şekilde ilim ve irfan amacıyla gelmiş olduklarını görürsünüz. Hristiyanlığı bu ilim ve irfanın bir cüzü, bir parçası olarak görürler. İlk başlarda, son derece naiv bir şekilde, ilim, irfan ve ahlak öğretirsek tabii ki Hristiyanlık öğretmiş oluruz, başka nasıl olabilir diye bir düşünce içindedirler. 20. yüzyıl başlarında biraz daha sofistike olurlar. Tamam canım Müslüman kalsınlar da, ilim ve irfan verirsek onlara zaten Hristiyan’dan farkları kalmaz noktasına gelir düşünce tarzı. Sekülerleşme denilen şey özünde bu olsa gerek.
Şimdi, şişenin içinden bakarsanız ilim ve irfandır. Şişenin dışından bakarsanız <break time="0.5s" /> ““YABANCI”” <break time="0.5s" /> bir ilim ve irfandır. Anlatabiliyor muyum bunu? Misyonerin bakış açısıyla, dışarıdan birinin, Osmanlı yönetiminin, misyonere bakış açısı çok farklıdır. Farklı iki referans sisteminden bakıyorlar. Biri, belli bir kültürün çerçevesinde yetişmiş, o kültürün değerleriyle, o kültürün masallarıyla dünyasını inşa etmiş olan bir zümre, tabii ki yaptığı şeyin gayet objektif, gayet mantıklı, insani bir hizmet olduğunu düşünüyor. Objektif gerçekleri anlatıyor, oturup kalkmayı öğretiyor, edep ve ahlak öğretiyor, daha ne öğretsin? İyi bir şey yapıyor. Şişenin dışından baktığın zaman ise başka şey görüyorsunuz: Evrensel değil, <break time="0.5s" /> ““BELLİ”” <break time="0.5s" /> bir kültürel çerçevenin ilim ve irfanını yayıyor.
Burada Osmanlı toplumu bir çıkmazla karşı karşıya kaldı. Ya diyecek ki, biz Osmanlı olarak batmışız, bitmişiz, sürdürülebilecek bir halimiz yok. E adamlar biliyor, adamlar yapıyor, adamlar bayağı sağlıklı işleyen bir toplum yapısına sahipler. O halde biz kıralım bu şişeyi, onların yaklaşımını, onların ilim ve irfanını benimseyelim, başka çaremiz yok. Çünkü onlarınki daha iyi.
Osmanlı toplumunda az çok eğitimli kesimden pek çok insan bu bakış açısını benimsedi. Daha geniş bir kesim ise belki endoktrine edilmeleri imkanı bulunmadığı için, yani eğitilemedikleri için, yok dediler bizim kendi ilim ve irfanımız var. Gelenbevî Efendinin, İbrahim Hakkı Efendinin okullarımızda yüzlerce seneden beri öğretilen, kendine özgü, tıptı, astronomiydi, mantıktı, sarftı, nahivdi, ilimleri var. Onlar bizim ilimlerimizdir, doğru olanlar onlardır. Bunları istemeyiz. Bunların gelmesi bizi bozar.
Hangisi haklıydı? Her ikisi de haklıydı. Objektif bir gerçek vardı yalnız, bunu unutmayın. Osmanlı batmıştı. Kendi yangınıyla tükenmişti. Osmanlı toplumunun ayrışmasındaki başlıca etken, misyonerler filan değildi, Osmanlı Devleti’nin askeri ve ekonomik ve kültürel zayıflığıydı. Osmanlı başa geldiğinde dünyanın en zengin bölgelerinden biri olan, dünyanın egemen bölgelerinden biri olan, ekonomik, kültürel ve bilimsel her sahada batıyla başa baş bir yönetim sistemine sahip olan Osmanlı ülkesi 19. yüzyıla gelindiğinde taş devrine dönmüştü, çok feci surette tükenmişti. Askeri açıdan, ekonomik açıdan, demografi açısından batık bir ülkeydi. Ayrışmasında başlıca etken budur.
Cevabı olmayan soru, hiçbir zaman çözemeyeceğiniz soru ise şu: Bu batmış olan, fakat her şeye rağmen 19. yüzyıl sonuna kadar bir imparatorluk olan ve Doğu Akdeniz’de bir kültürel saha oluşturan, Belgrad’dan Basra’ya ve Mısır’a kadar olan bölgede az çok homojenliğe sahip, az çok birbirini tanıyan, benzer varsayımlar üzerine kurulu bir dünyanın egemeni olan bu devlet, kendi Rönesans’ını yaratabilir miydi? Yoksa Batı’ya teslim olmaktan başka çaresi yok muydu?
Bu tartışmanın iki tarafında da güçlü tezler vardır. Osmanlı yönetici sınıfları yüz yıl, yüz elli yıl boyunca bu konuyu tartıştılar. Bir taraf haklıydı, bir taraf haksızdı diyebileceğimiz bir tartışma değildir bu. İki taraf da haklıydı. Osmanlı aydınlarının, yazarlarının, düşünürlerinin ve devlet adamlarının hepsi o tartışmada ortada bir yerlerde yer alırlar. Radikal bir şekilde her şeyi terk edelim, batılı olalım diyenler çok küçük bir azınlıktır. Radikal bir şekilde Batının hiçbir şeyi bize yaramaz, biz biz olalım diyenler de çok küçük ve cahil bir azınlıktır. Bir uçta Tevfik Fikret’le Abdullah Cevdet’in, öbür uçta Cevdet Paşa yahut Mehmet Akif’in arasındaki fark, nüans farkıdır. Biraz daha Batılı, biraz daha Doğulu, o kadar.