Mısır notları-2
Blog
17 Şubat 2021
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Mısır notlarına devam.
Başlık: Timsah
Kom-Ombo’da timsah tanrısının tapınağını gezdik. Mumyalanıp özel mezarlara gömülen kutsal timsahlarla kutsal timsahların kutsal yavrularını gördük. Bir zamanlar Nil nehrinde cirit atarmış timsahlar. 19. yy’a dek Aswan’da kayıkçılar timsah duası, timsah büyüsü, Timsah Dede türbesiyle yaşamışlar. Şimdi tabii hepsi tükenmiş, bir tane bile timsah kalmamış. Eskiden Nil boyunun diğer vazgeçilmezi olan su aygırları da sıfırlanmış. 200 yıl önce beş milyon olan Mısır nüfusu olmuş yüz yirmi milyon. O kalabalığa timsah mı dayanır?
Timsah bu arada Orta Kıpticeden dilimize geçen iki kelimeden biri. Diğeri vaha. Kıpticesi emsah imiş; ⲉⲙⲥⲁϩ böyle yazılıyor. Eril bir sözcük, dolayısıyla artikelli halinin p’emsah olması lazım iken neden Arapçaya dişil artikelle t’emsah diye geçtiğini açıklayamıyorlar.
At
İlk gün Mısır Müzesindeyken fark ettim, Antik Mısır ikonografisinde at yok. Zengin görsel repertuvarı olan bir sanat geleneği, her türlü hayvan var, sığır, aslan, koç, köpek, şahin, timsah, ibis, bok böceği istemediğin kadar. Karıncayiyen bile var. Ama at yok.
Acaba atı tanımıyorlar mıydı diye aklıma düştü. Yok: en geç Yeni Krallık devrinde (MÖ 1600) firavunun atlı savaş arabaları meşhur; İran’dan, Anadolu’dan at ithal etmişler. Ama — mesela çağdaş Asurluların aksine — at ve at arabası çizmemişler.
Neden? Çünkü Mısır sanatı bir ritüel sanatı. Üç bin küsur yıl boyunca asla değişmemeyi ilke edinmişler. Ta Yunan egemenliği çağında (MÖ 200’ler) yaptıkları tapınaklarda bin yıl öncesinin tarzını, kıyafetlerini, yazı formlarını, dualarını aynen tekrarlamaya özen göstermişler. Çünkü zamandan bağımsız, mutlak bir hakikat alemini anlattıklarına inanmışlar. Eğer yenilik varsa — mesela tanrı Amun MÖ 1500’lerde tanrı Min’in özelliklerini yüklenip koç boynuzuna kavuştuğunda — ancak alim ve arif olanın anlayacağı ince detaylarla ona değinmişler. Günün modalarını ve çağın teknolojisini küçümsemişler. Yunan usulü sandaletin harcıalem olduğu bir çağda dahi tanrılarını her zaman yalınayak resmetmişler.
At Orta Asya’da MÖ 3500’lerde evcilleştirildi. Ortadoğu’ya MÖ 2200’lerden önce pek gelmemiş görünüyor. İkonografinin oluştuğu çağda eğer at yoksa, sonradan çıkma bir şeyi neden kutlu sanatına ekleyip murdar edesin? Noel kreşinde iPhone olur mu?
Bugünkü Müslümanların dünyayı 1400 yıl önce dondurma arzusuna bir de bu açıdan bakın isterseniz.
Gerçek İslam
Han el-Halili Kahire’nin tarihi çarşısı. Tüm Yakındoğu çarşıları gibi güzel, renkli, labirentvari. Bir Halep çarşısı (iç savaştan önceki) ile kıyaslanmaz gerçi, hatta Urfa’nın yanında sönük kalır. Pırıltısına aldanıyorsun önce; yakından bakınca satın almaya değer tek bir ürün yok. Her şey ucuz, kaba saba, cahilce: Aptal saydıkları Batılı turisti kandırır diye umdukları çer çöp.
Arada her iki kapıdan biri başka bir dünyanın enkazına açılan kapı. Fantastik derecede süslü Memluk türbeleri. Bir zamanlar Oxford’un kolejlerine emsal olmuş,† şimdi yıkıntıları arasında sokak köpeklerinin eşindiği medrese avluları. Vaktiyle “yaşanırsa ancak böyle yaşanır” dedirttiği belli zengin konaklarının çürümüş, kokuşmuş leşleri. Özellikle Sultan Kalavun’un (hd. 1279-1290) türbesinde ağzımız açık kaldı. Olağanüstü bir sanatkârlık: Cüretkâr, coşkulu, kendinden emin. Süsleme zenginliği İtalya’nın en baba barokuyla yarışır. Üstelik daha sakin, daha vakur.
Kapısında bir kişinin işini beş kişi yapmaya çalışan emniyet görevlileri, kimi terlikli, kimi Amerikan parkalı, bilet istiyor mu istemiyor mu, sohbetini mi sürdürüyor, belli değil. Etrafta “gezdireyim” diye musallat olan elli tane dilenci. İstemez deyince “Allah rızası için on para, çocuğum aç” diye yalvarmaya başlıyorlar.
İslam mıdır bunları bu hale düşüren? Eğer gerçek İslam bu ise, o türbeleri, medreseleri yaptıran ne?
Kadınlar saltanatı
Kahire’de piramitlerden sonra neyi görmeli? Şüphe yok, eski mezarlıklar. El-Qarafa yahut ˁArafa deniyor, büyükleri iki tane, eski şehrin yanıbaşında, kilometrelerce. Firavunların soyundan gelen Mısırlılar öyle basit taşla, sandukayla yetinmemiş, ölenleri için dört dörtlük birer aile evi inşa etmişler; imkanı olanlar ölü evinin alabildiğine süslü, rahmetlinin statüsüne yakışır güzellikte olmasına özen göstermişler. Evler zamanla çatlamış, yıkılmış, ocağından incir ağacı çıkmış. Sonra Kahire’nin fakirleri gözüne kestirdiklerini işgal edip gecekondu yapmış. Şimdi uçsuz bucaksız birer çöplük mahallesi. Sokak aralarına bakkal açılmış, türbelerin alt katı cam imalathanesi olmuş. Biraz palazlanan üste briketle kat çıkmış, yan mezarı zaptedip taksisine garaj etmiş.
Onca sefaletin arasında Memlukların türbeleri, yüzlerce. Hepsi kubbeli, minareli. Her kubbe ayrı bir desenle, dıştan, dantel gibi işli. Sekiz on tanesini bir kareye sığdırabilirsek unutulmaz fotoğraf olur dedik. Gittiğimiz gün hava egzos gazıyla karışık bulanık bir sisle kaplıydı, görüntü daha da esrarengiz olur diye düşündük. Ama bir türlü olmadı. Ertesi gün gene gideriz dedik, kısmet değilmiş.
Türbelerin çoğu Türklere ait: Kayıtbay, Hond Tuğay, Sultan İnal, Emir Korkmaz, Kavalalı Mehmet Ali el-Bâşâ. Lakin en meşhurlardan biri değil. Şecer ed-Dürr (“inci ağacı”) adıyla anılan hanımefendi Ermeniymiş deniyor. Son Eyyubi sultanı Turanşah’ın eşi yahut cariyesi olmuş. Adam 1250 yılında ölünce oğlunu tahta geçirmeye çalışmış. Oğlan da öldürülünce kendisi saltanat makamına geçmiş, kendi adına ferman çıkarıp sikke bastırmış. Üç ay sürmüş. Sonunda devletin ileri gelenleri “olmaz böyle” deyip Türk ordu komutanı Aybek’le evlendirmişler. Memluk saltanatı böyle başlamış. Yedi yıl sonra Aybek başka hatun getirmek isteyince hanımefendi onu da öldürtmüş. Bunun üzerine Aybek’in hareminin öbür kızları bir olup İnci Hanım’ı nalınlarla döve döve tepelemişler.
İslam tarihinde kendi adına hüküm süren ilk kadın değil. Delhi hükümdarı Raziye Sultan var 1236-1240 yıllarında hüküm süren. Komşulara bakınca Kudüs kraliçesi İsabella var 1190’dan 1205’e bilfiil yönetimi üstlenen. Tarsus’ta diğer İsabella, yahut Zabel, 1219’dan 1252’ye dek Kilikya Ermeni devletini yönetmiş, İnci’nin eski kocasıyla da yeni kocasıyla da savaşmış. Gürcü kraliçesi Rusudan 1223’ten 1245’e hüküm sürmüş, o da Hristiyan ama akrabaları ve tabaasının kayda değer bir kısmı Müslüman.
Besbelli bir trend görüyoruz orada. Hem İslam aleminde, hem İslam soslu Hıristiyanlarda, kısa bir süre de olsa kadınlar saltanatı olabilirlikler dünyasına adım atmış. Sonra neden kesildi? Moğol istilası mıydı sebep? Yoksa tam tersine, Moğolların 1260’ta Ayn Calut’tan sonra inişe geçmesi miydi? İşin yoksa araştır, dur.
Yunan damarımız
Erken dönem Yunan sanatının Mısır’ın kopyası olduğu hep söylenir de gözünle görmedikçe tam kavrayamıyorsun. Karnak tapınağına girince çarpıyor. Sütunsa al sana sütun, heykelse al sana heykel: boyutlar tüyler ürpertici, süsleme göz kamaştırıcı. Daha öte bir şey var ki nasıl tanımlayacağımı bilemedim: Mekâna tam manasıyla — oranlarıyla, detaylarıyla, anlatının zenginliğiyle — hakim olduklarını hissettirmişler, ki sanırım mimari dehanın özü budur. Yunanlı, kısıtlı bütçeyle, elinden geldiğince taklit etmiş. İster istemez Parthenon’la kıyasladık. Yunan damarımız incindi.
Üstelik üç tane, beş tane değil. Yüzlercesi çöl kumunda eriyip gittikten sonra sırf Mısır’da geriye kalan 250 tane devasa boyutlu tapınak...
Sanatla iktidar arasındaki bağlantıyı başka yerde bu kadar net kavramış mıydım bilmiyorum. Olağanüstü girift, törensel bir anlatı — mit — dünyasına adım atıyorsun. Atmaca kafalı tanrılar, timsah kafalı tanrılar; sonsuz saflar halinde dizili koç kafalı muktedirler, sol ayağını öne atmış, huşu içinde ufku gözleyen 15 metre boyunda padişahlar; ufak detay farklarıyla yüzlerce kez tekrarlanan tören sahneleri. Her tapınak öykü anlatır, o açıdan kiliselerden ya da camilerden farkı yok belki. Anlatıyı yeterince tanımadığımdan mıdır, bilmiyorum, ama buradaki sanki farklı bir seviyede gibi geldi bana. Hayat boyu ilmini okursan belki anlatının sırlarına erebilirsin diyor, şimdilik ürper ve boyun eğ. Zira biz, yüce firavun ve hayat boyu bu işin ilmini yapmış olan rahipleri, senin tahayyül bile edemeyeceğin masal varlıklarıyla burada günün her saati, yılın her günü haşır neşiriz.
Tarihin ilk devletini kurmuşlar, Nil boyunca tüm ülkenin artı değerini bir elde toplamayı başarmışlar. En büyük tapınakların yapıldığı çağda ülkede tarımsal toprağın yüzde doksanı, Nil nehrindeki kayıkların tamamı tapınak mülküymüş. Tüyler ürpertici bir güzellikler aleminde, özetle, bunun öyküsünü anlatmışlar.
Yunandan farkı da orada belki. Mısır sistemi mükemmelliğe eriştikten az sonra, MÖ 1000 dolayında batmış. Ülke fakirleşmiş. Onun yerine önce Fenikeliler, sonra Elenler, başka bir sistem üzerinde yükselmişler. Devlet kurmamışlar. Her biri deniz kıyısına demir atmış yüzlerce ufak kentle Akdeniz ticaretine girmişler. Haraçla değil ticari kârla zenginleşmişler. Sonuçta tapınakları Mısır’ınkiler yanında cılız. Fakat Yunan sanatının konusu başka. Tanrılardan güç alan Devlet’i değil, kişisel erdemleriyle tanrılaşan İnsan’ı anlatmışlar. Sol adımını öne atıp ufka bakan heykelleri tören kıyafeti içinde değil, çıplak. Fikir dünyaları da birtakım yüksek sırları hissettirmeye değil, çarşı meydanında rakiplerini sözle ve akılla alt etmeye odaklanmış.
Ki yabana atılır şeyler değil.
Üçler, dokuzlar, yirmi yediler
Sanırım Yunanların tanrılarını sistemleştirme çabası da kısmen Mısır’a özenti. En eski zamanda Yunan töresi her aşiretin, her kentin, her pınarın ve her dağ doruğunun kendi piri, evliyası, koruyucu ruhu üzerine kurulu görünüyor. Mesela bizim Samos’un Hera’sıyla Argos’un Hera’sı kesinlikle ayrı kişilikler: Öyküleri ayrı, tasvirleri ayrı, hatta özgün isimleri bile muhtemelen aynı değil. Bunları birleştirip, ayrı kimliklerini de korumak şartıyla sentez oluşturma usulünü Mısır’dan öğrenmiş olmalılar.
Mısır tanrılarının kimliği yüksek bir ilim. Doğal olarak o yüksek ilmin yüksek alimlerince tefsir edilmiş. Her tanrının çeşitli enkarnasyonları, her enkarnasyona ait farklı simgeleri ve farklı törenleri var. Zaman zaman birleşip başka bir tanrının kimliğini üstlenmişler, onun adıyla anılmışlar. Her birinin bir eşi ve çocuğu var, ve üçü bir arada ayrı bir tanrısal sıfatı temsil edebiliyorlar. Bazen üç üçlü bir araya gelip bir ennead (dokuzlu) oluşturabiliyor.
Bu denli zengin bir teolojiyle tanışan Yunanlıların kendi tanrılarını aynı mantıkla sistematize etmeye çalışmış olmaları normal değil mi? Hıristiyan teslis düşüncesinin büyük ölçüde İskenderiye’de oluşmuş olması da tesadüf değildir herhalde.
Yaratan Tanrının dokuz emanasyonundan söz eden İskenderiyeli yeni-Platoncu ilahiyatçılar ile İbni Arabi’nin 27 basamağa böldüğü ilahi hikmet arasındaki bağı irdeleyen bir doktora tezi görsek şimdi fena mı olur?
Ahiret
Ölenleri akıllara durgunluk veren hazinelerle gömmüşler, geri geldiğinde gariplik çekmesin diye. Kral mezarlarında kilometrelerce yeraltı tüneli kazmışlar, rahmetlinin hayat boyu yaptığı her şeyi, yazdığı mektupları, ifa ettiği törenleri en ince ayrıntısına kadar taşa yazıp resimlemişler. Sıradan insanların bile en güzel yaşındaki portresini usta ressamlara yaptırıp mumyasına eklemişler. Eski dinlerinden vazgeçip önce Hıristiyanlığa sonra İslama intisap ettikten sonra dahi ölüleri için şahane mezar kentleri inşa etmekten vazgeçmemişler. Kendi evlerinden esirgedikleri özeni ölü evine harcamışlar.
Gerçekten ölülerin geri geleceğine inanacak kadar saf mıymışlar? Yoksa öyküyü mü sevmişler. Ölümün karanlığını yarattıkları güzellikler alemine mi hapsetmişler?
Botanik parkı
Aswan’ın karşısındaki adalardan birini İngilizler botanik bahçesi yapmış. Üzerinde güneş batmayan İngiliz imparatorluğunun dört bir yanından görülmedik tropik iklim ağaçlarını getirip dikmişler, Nil ülkesinin efsanevi bereketine layık bir park yaratmışlar. Vaktiyle rüya gibi bir yer olduğu belli. Şimdi hali içler acısı. Ağaçlar onyıllardan beri budanmamış; yarısı ölmüş, sökmek kimsenin aklına gelmemiş. Patikaları çöp kaplamış. Hayatından bezmiş bir fellah eline geçirdiği bir palmiye yaprağıyla, yavaş çekimde süpürür gibi yapıp yol kenarına itekliyor. Bir gözü bizde: bahşiş koparır mıyım, nasıl koparırım?
Süreci gözümüzün önüne getirmeye çalıştık. Senaryo yazdık.
İngilizler gider. Yerine onların yanında yetişmiş efendiden bir zatı müdür yaparlar: adına Kâmil Bey diyelim. Kâmil Bey bağırır çağırır kimseye söz dinletemez. Bütçesi kesilir; İngiliz kafasındadır, rejime sadık değildir diye ayağını kaydırırlar. Yerine müdür yardımcılarının en puştu geçer. Soyabildiği kadarını soyar, patikalara taş döşüyorum deyip naylon fatura kestirir, parkın bir ucunu kafeterya işletsin diye vali beyin yeğenine, öbür ucunu kantin yapsın diye bakan beyin makam şoförüne tahsis eder. Hükümet değişince “yolsuzlukla mücadele” faslından mahkemeye verip güç bela kurtulurlar. Bir süre yeni müdür atanmaz. Personel iş yapıyor görünüp maaşını alır. Her biri bir köşeye çöreklenir, yengesinin oğlunu süpürgeci, dayısının kankasını kayıkçı tayin ettirir. Yıllar geçer, nihayet Kahire’den sürgün yemiş birini müdür ederler. Kaşarlanmış yapıyı hangi ucundan tutsun? Kafeteryaya çeki düzen vermeye kalkar, gülerler. Kayıkçı mafyasına el atar, diş gösterirler. Adamcağız odasına kapanır. Beş vakit namazını kılıp emeklilik günü sayar.
Neden böyle?
Temel neden belli. Mısırlı açısından o park hiçbir şey ifade etmiyor. Hayatında bir karşılığı yok. Toplumsal vizyonunun bir parçası değil. Ona vereceği emek kendisine bir şey kazandırmıyor. Beş tane namaz kılsa, elli beş tane egzotik ağaçtan fazla toplumsal itibar ve manevi sevap yazılır hanesine.
Daha beteri. O park İngiliz’in bir egemenlik simgesi. O parkı yapmakla gücünü ve üstünlüğünü sergilemiş. Piramit ve tapınak yapmaktan var mı bir farkı? Yok. Gücüm derya kadar demiş, ve bu gücü ben haybeye kazanmadım, hayat boyu okuyup yüksek alimlerimin ilmine mazhar olursan ancak sırrına varacağın güzellikler alemi sayesinde kazandım.
O halde: Kahrolsun İngiliz’in parkı.
Peki neden sürdürmemişler o ilmi? Neden İngiliz’in egemenlik simgesini alıp kendilerine mal etmemişler? Neden onu kendi toplumsal vizyonlarının bir parçası haline getirmemişler? Başka türlü soralım: Neden Kâmil Bey yenilip tasfiye edilmiş? Müslümanlık yüzünden Mısırlının kafası çalışmıyor, İngilizin ilmini takdir edemiyor, ondan mıdır?
Valla uzun mevzu, sizi ikna edinceye dek kırk makale yazmam lazım. Kısaca kendi kanaatimi söyleyeyim yetsin.
İngiliz yenilmiş, eserinin arkasında duramamış, ondan yürümemiş. Egemenlik simgeleri — ilim, sanat, din — arkasında kahredici askeri güç varsa yaşar. İşlevleri o gücün taşıyıcısı ve meşrulaştırıcısı olmaktır. Güç gitti mi simgeleri de biter. İngiliz derken tabii sadece İngiliz’i değil, Batı dünyasının tümünü kastediyorum. 1914 ile 1945 arasında o dünya kendi kendini yedi ve tüketti. Sonra bir müddet Amerika’nın gözetiminde egemenliğini sürdürmeye çalıştıysa da o kısım göz boyamadır. Dünyanın yüzde sekseninden kovuldular. Kuyruklarını kıstırıp gittiler. Yüksek ilimleri de, eski Mısır’ın tanrıları gibi, bir süre sonra peşlerinden gitti. Daha da erimeye devam ediyor.
Koruyacak orduların yoksa kral mezarların eninde sonunda soyulur. Botanik parkın da kantinciyle kayıkçıya yem olur.