Mısır notları-1
Blog
12 Şubat 2021
0:00
0:00

anahtar kelimeler

metin

Ocak-Şubat 2021 Mısır yolculuğu notları.
Başlık: Güleryüz, din, haşiş
İnsanlar çok güler yüzlü, cana yakın, yumuşak başlı. 15 günde binlerce insanla muhatap olduk, en ufak bir agresiflik belirtisine rastlamadık, memurlar, ağır silahlı polisler ve Kahire trafiğinde azap çeken şoförler dahil. Belki yabancıydık ondandır. Ama sanki birbirleriyle temasları da maşallah, elhamdülillah üzerine kurulu.
Sürekli tükettikleri haşiş de faydalı oluyordur mutlaka.
Kahire’nin kaotik trafiğinde dahi Türkiye’deki (ve hele Batı Avrupa’daki!) saldırgan ruhtan eser yok. Kimse bağırıp küfretmiyor, ya da küfreder gibi sürmüyor. Kornayı hakaret ve taciz için değil uyarmak için (hiç durmadan) çalıyorlar. Sekiz şeritli yolda en sağ şeritten sola dönüş yapsan da, otoyola tersten girip bir kilometre sürsen de herkes gülümseyerek yol veriyor; trafik polisi olacak gariban arkasını dönüp bir sigara yakıyor. Çok şeritli beş caddenin iç içe geçtiği kavşak trafik lambasız pekala işliyor, üstelik muhtemelen lambalı halinden daha hızlı ve daha güvenli işliyor. Avrupalı, Kuzey Amerikalı şoförün “yeşil benim, sike sike geçerim” nobranlığı hissedilmiyor.
Kurallara yaklaşımlarını sevdim. Temel ilke şu olmalı: Hiçbir kural, boş yere bir insanın kalbini kırmaya değmez. Kuralla insanlık çatışırsa her zaman insanlığı seç. “Medeniyet” denilen şey bu mudur? Yoksa medeniyet adı verilen kurallı yaşam idealinin bu tam zıddı mıdır? Eğer öyleyse medeniyet iyi bir şey midir? Karar veremedik.
Başlık: Türkler
Üç kişilik grubumuzda birimiz Yunanistan, birimiz Ermenistan, birimiz İsviçre pasaportluyduk. Ama Türkçe konuşuyorduk. Sorduklarında genellikle kestirmeden Türküz diye cevap verdik.
Kısmen işimize geldiği için öyle yaptık. Öbür üçünün pek bir karşılığı yok, ama Türk deyince yüzler aydınlanıyor, büyük marifet yapmışız gibi kafalar sallanıyor, "welkaam welkam"lar daha bir içten söyleniyor. Büyükçe bir bölümü sanırım ırkçılık: Mısırlının bakış açısından Türklerin ırk olarak Avrupalıdan farkı yok. Ve ülkede çok net bir renk kodu geçerli: Karaysan güneylisin, demek ki aşağı tabakasın. Beyazsan üstünsün, afendisin, seydisin, hatta dıktorsun. Irkın üstüne ekle Türklerin modernliğini, askeri disiplinini, zenginliğini, efendiliğini, her Mısırlının olmayı düşleyip de olamadığı şeyin somutlaşmış örneğisin. Türklerin Müslümanlığı Mısırlı açısından muslim-light gerçi, ama onu da çok umursayan olduğunu sanmam.
Geçmiş yıllarda Suriye ve İran’da da aynı düşünceye kapılmıştım. Türkiye eğer Ortadoğuda daha güçlü bir profil çizmek istiyorsa bence Müslümanlığını değil Avrupalılığını vurgulamalı. Alttan alta hafif bir İslam sosuyla besleyip “biz de aslında sizinleyiz” mesajı hatırlatılsa memleket bu coğrafyaların kralı olur.
Yoksa istediğin kadar halifecilik oyna, el-Ezher alimlerine özenip saçma sapan fetvalarla manşet üret, yüz sene uğraşsan hiçbir Arap’ı ikna edemezsin Türklerin onlar gibi öz hakiki Müslüman olduğuna.
Başlık: Araplık, Hıristiyanlık
Türkiye’nin aksine Mısır’ın etnik yapılanması konusunda belirsizlik yok. MS 3cü 4cü yüzyıla ait inanılmaz berraklıktaki Fayum portrelerine baktığın zaman bugün sokakta gördüğün tipleri tanıyorsun. Ciddi bir Arap göçü hiç kaydedilmemiş. Birkaç göçebe aşiret gelmiş, onlar da kısa zamanda asimile edilip erimişler. Zaten kadimden beri tıklım tıklım bir yer olan Nil boyuna — yerlileri kılıçtan geçirmedikçe — yeni nüfus iskan edecek alan yok. Dolayısıyla ülkenin Araplaşması tamamen kültürel bir olay. Egemen kültür Arap olunca, yumuşak başlılığıyla ünlü Mısır halkı duruma ayak uydurmuş.
Önceleri Araplaşma İslam’ın yan etkisi. Müslümansan Arapça konuşuyorsun. 13. yy’da Memluklar zamanına dek nüfus çoğunluğunu oluşturan Hıristiyanlar eski Mısır dilinin devamı olan Kıpticeyi kullanmayı sürdürmüş. Sonra Kıptice sönmüş. En geç 17. yy’da uzak köylerde konuşulduğu söyleniyor; sonra terk edilmiş. 19. yy sonlarında Avrupadan esen cereyanlarla bir ara Kıpti dilini canlandırmayı denemişler; Hıristiyan okullarına Kıptice dersi koymuşlar. Ama işe yaramamış. Halen Mısır Hıristiyanları ülke nüfusunun yüzde onu civarında. Hepsi Arapça konuşuyor. Kendini Arap sayıyor. Kilise ayini Arapça.
Bayağı da etkililer. Her mahalle ve her kasabada camilerle boy ölçüşen kiliseleri, faal manastırları var. Bakan ve emniyet müdürü çıkarıyorlar. Milli törenlerde cumhurbaşkanının sağ yanında yerleri var.
Türkiye’nin Türkleşme sürecinin Mısır’ın Araplaşmasından çok farklı olduğunu düşündürecek bir sebep göremiyorum. O halde “atalarımız falan yerden geldi” miti Mısır’da duyulmaz iken Türkiye’de niye revaç buluyor? 19. yy sonu ile 20. yy başında Türkler neden böyle bir anlatı üretip inanma ihtiyacı hissettiler? Mısırlı neden firavunlar çağındaki “atalarını” pekala ulusal mitolojiye dahil edebildi de Türkler Herodot desen bön bön yüzüne bakıyor?
Cevabı uzun konu, belki ayrı bir makaleyi hak eder. 19. yy başında Ermenicenin durumu Kıpticeden farksızdı diyelim, bir ufak fikir başlangıcı versin. Ermenilerin çoğunluğunun ana dili Türkçeydi; kalanınki de yarı Türkçe ile karışık melez bir dildi. Öyle kalsa, yahut zamanın erozyonuyla Ermeni dili Kıpticenin akıbetine uğrasa bugün Türkiye’de Hıristiyanların (Ermenilerin diyelim, Rumları ayrıca konuşuruz) durumu ne olurdu? Sayısı ne olurdu? Daha önemlisi: Müslim Türklere emsal olma, onlara siyasi ve sosyal alanda ufuk açma potansiyelleri nice olurdu?
Hep birlikte çok gurur duyduğumuz 19. yy’ın Ermeni kültür rönesansı acaba Türklerle Ermeniler arasına aşılmaz bir kibir duvarı örerek her ikisinin felaketine zemin hazırlamış mıdır?
Başlık: Turizm
Batmış. Bir ara büyük yatırım yapmışlar, uluslararası firmalara Nil kıyısına hayvan gibi oteller diktirmişler, dünya medyasını Ramses’lere boğmuşlar, çöplük mahallelerine moderenlik heveslisi yüzlerce pansiyon açtırmışlar. 1997’den sonra bir dizi ‘terorist’ saldırısı turizmin tadını kaçırmış. 2012-2013’te üstüste iki ihtilal belini bükmüş; Covid işi bitirmiş. Kızıldeniz kıyısındaki resortlarda, ülkenin gerisinden ağır güvenlik duvarlarıyla ayrılmış bir tür theme park turizmi devam ediyor. (Rusya ve Doğu Avrupa’ya en yakın kışın denize girilecek yer oralar.) Geri kalan Mısır’da turist namına in cin top oynar. Piramitlerde yerliler haricinde bizden başka yirmi kişi ya var ya yoktu. Luksor’da yolunu kaybetmiş üç beş İtalyan, Mısırlı rehberini hayranlıkla süzen birkaç Kuzey Avrupalı tek kadın...
Değer mi gitmeye? Bana sorarsan sırf Kahire trafiğinin keyfi için değer. Tapınaklar sanırım dünyada görebileceklerinin en görkemlileri arasında başlara oynar. Nil’in yukarılarında, özellikle Aswan’da “buraları bir zamanlar büyülü güzel yerlermiş” duygusunu yer yer tadabileceğin bir iki köşe bucak kalmış. Gerisi akılalmaz bir çöp yığını, uçsuz bucaksız moloz deryası, sefil kırık apartmanlar, toz toprak, yıllar önce açılıp unutulmuş belediye çukurları, sonsuz avamlık.
Gençsen, ya da ruhun gençse ve dünyayı tanımanın şehvetine sahipsen keşfetmeye değer. Yoksa aman, aman!
Başlık: Güvenlik
Turistin kendi arabasıyla ülkeyi gezmesi duyulmuş şey değil. Hele Asyut, Sohag, Kharga Vahası gibi sıfır turistik yerlerde hiç değil. Adım başı durdurdukları polis/asker noktalarında “no spik Arabik” duyunca akılları çıkıyor. Koşa koşa komutan geliyor, welkaam, welkam, weryufrom faslında İngilizcesini sergileyip elemanlara hava atıyor. Sanırım üçüncü ya da beşinci teftişten sonra vaka genelkurmay başkanına yahut bakana kadar yansıdı. Israrla koruma vermek istediler. Olmaz deyince wallahi billahi koruma istemeyiz diye kağıtlar imzalattılar. Her uğradığımız yerden sonraki noktaları uyarıp durumun vehametine dikkat çektiler. En sonunda dayanamadılar, bir noktada sırf bizim için görevlendirilmiş dört cemse dolusu ağır silahlı ve çelik yelekli askerle yolumuzu kesip önümüze sirenli polis arabası, arkamıza uçaksavar donanımlı bir panzer taktılar. Bir süre öyle gittikten sonra durdurup rica ettim, allahaşkına biraz hızlı gidin bayıyor bu diye. Emriniz baş üstüne deyip hızlandılar da Kahire’ye gece olmadan varabildik.
Gene söyleyeyim. O kadar güleryüzlü, saf ve şapşallar ki bir kere bile iyi niyetlerinden şüphe etmeyi düşünmedik. Yalnız vurucu timi seferber ettiklerinde bir an aklımızdan geçmedi değil, bunlar emri yanlış anlar, koruyacak yerde bizi kazara delik deşik ederler mi? Ederler. (“Komtanım bunlar terürist değil miydi, Mahmud bana öyle dedi.”) Hayat buralarda ucuz.
Benim hoşuma gitti o duygu. Sıfır risk, sonsuz hayat propagandasıyla kafamızın davul edildiği bir yılın sonunda, ara sıra insan yaşamının önemsizliğini hatırlamak iyi bir şey. Daha özgür oluyorsun. Yaşama daha ferah bakıyorsun.
Başlık: Çöp
Her yer çöp. Köyler, sokaklar, çarşılar, tarlalar, caddeler, kanallar adam boyu çöp yığını. Odaklanınca fark ediyorsun ki çöpün üçte ikisi plastik, birazı da alüminyum kola kutusu, çerez paketi. Allahın çölünde uçuşan naylon poşet tarlaları, kilometrelerce.
Peki Mısırlılar pis. De, bu pisliği insanlığın başına musallat eden kim? Kibar muhitlerde çöpünü özenle ayrıştırıp plastik poşete de beş kuruş vergi koyunca suçun affedilmiş mi oluyor?
Mısır’ın çöplüklerinde ben şahsen kapitalizmin iflasını gördüm. Yahut kapitalizm demeyelim isterseniz, kâr kırbacıyla bu atın sonsuza dek yürüyeceğini sanan gaflet ideolojisinin.
Eskiden de çöpü sokağın köşesine boca ediyorlardı herhalde. Organik çöp bir şekilde erir, böyle bir milli afete dönüşmez sanıyorum. Nüfus da bugünkünün yirmide biriyse sıkıntı çok büyümeye fırsat bulmaz.
Çoğu eski toplumda çöpün çaresi domuzdur. Köyün domuzları gün boyu eşelenir, organik çöpü etkili bir şekilde risaykıl eder. Domuz nimetinden mahrum olan İslam ülkeleri nasıl çözmüşler problemi acaba?