Matbaanın icadı neye yaradı
Pazar Sohbeti
17 Aralık 2023
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Matbaanın icadı, insanların zihinsel dünyalarını şekillendirmek isteyen güç kuvvet sahiplerinin ne kadar işine yaramıştır? Yüz yüze ve anlatıyla nesilden nesile geçen birikimle basılarak dağıtılan bilgi arasında nasıl bir ilişki vardır?
Bu soru son zamanlarda yaygınlaşan bir eleştiriyi ifade ediyor. Hep denir ki matbaanın gelmesiyle bilgi daha otonom hale geldi, daha geniş bir çevreye yayıldı, daha çok sesli, daha özgür bir dünyaya yol alındı. Klasik anlatı budur. Buna tepki olan post-liberal görüş ise diyor ki, aksine matbaanın gelmesiyle merkezi kontrol mekanizmaları daha güçlendi, yönetici kadrolar açısından, yani basılı malzemenin içeriğini belirleyen kadrolar açısından bir yönlendirme ve gütme imkanı yaratıldı. Bu güdüm olmasa insanlar daha doğal, daha gerçekçi, millet ve toplumun ihtiyaçlarına daha uygun bir fikir dünyasına sahip olacaklardı.
Bu görüşe katılıyor muyum? Hayır katılmıyorum. Elbette her dogmanın, her yerleşik tezin mutlaka antitezlerini de değerlendirmek gerekir. Ya tersi doğruysa sorusunu hep sormak lazım. Bu açıdan bu soru meşru bir soru. Fakat bilinmeyen bir şey değil, 500 yıldan beri enine boyuna tartışılmış, çok yönlü olarak analiz edilmiş bir meseledir matbaanın etkileri. Türkiye’de matbaanın etkisi ne oldu ayrıca tartışılır, ciddi olarak araştırmış olan kimse var mı bilmiyorum. Fakat Avrupa’ya baktığınız zaman, matbaanın icadı ve yaygınlaşması ile kuvvetli bir korrelasyon gösteren birkaç olguya teşhis edebiliyoruz.
Birincisi matbaayla birlikte okuryazar sınıfın, yani şehirli orta sınıfların olağanüstü bir hızla büyümesidir. Buna paralel olarak okuryazar sınıfın değer yargıları, kültürel tercihleri toplum çoğunluğundan ayrışır ve bu suretle yeni bir seçkin sınıf, yeni bir otorite odağı ortaya çıkar. Fransa’da, İngiltere’de Hollanda’da bu çok belirgindir. Almanya’da, daha sonra Rusya’da daha geç gündeme gelmiştir.
İkinci olarak, matbaanın gelişi merkezi krallıkların çarpıcı bir şekilde güçlenmesine yol açar. Yazılı kayıtların ve yazı ile yönlendirilebilen teşkilatların devreye girmesiyle kraliyet bürokrasileri ve onun uzantıları olan meslek sahibi sınıflar tarihte eşi görülmemiş boyutlara büyür. Devletin kanunları ve vergi defterleri, devletin ortağı olan kadroların inanç ve kanaatleri memleketin her hücresine nüfuz etme imkanı bulur. 16. yüzyılda bin yıllık feodal yapıları parçalayarak devletin tek sahibi haline gelen Fransa ve İngiltere krallıkları, çok somut bir anlamda matbaanın ürünüdür.
Şimdi zıddını düşünelim. Matbaa yoluyla merkezi endoktrinasyonun olmadığı yerde insanlar daha ‘doğal’ bir kültürün sahibi miydiler? Doğadan gelen, eski deyimle hüdayinabit, soru soran arkadaşın ifadesiyle “nesilden nesile geçen” kültürel normlarla yaşıyorlardı? Daha otonom muydular? Daha özgür müydüler? Bu sorunun cevabı şüphesiz hayırdır. Çünkü nesilden nesile geçer dediğimiz, doğalmış zannettiğimiz değer yargıları ve bilgi birikimleri, en azından matbaa ile dayatılanlar kadar örgütlü kurumların ve güçlerin ürettiği anlatılardır. Batı’da gayet net olarak görüyoruz bunu. Matbaanın gelişiyle birlikte yeni fikir akımlarının, konuşan ve yazan yeni sınıfların ortaya çıkması çok belirgin bir sonuç doğurmuştur. O zamana kadar Katolik Kilisesinin kontrolünde olan fikir ve düşünce dünyasının parçalanması, kilisenin kontrolünden giderek artan bir oranda kurtulmasıdır bu sonuç. İslam toplumlarında da matbaanın tıpatıp aynı sonucu verdiğini söyleyebiliriz.
Yazılı kültür, yani kişilerin aile yaşamlarının ve mahalle yaşamlarının dışındaki kaynaklardan edindiği bilgi hazinesi, eskiden dini kurumlar tarafından şekillendiriliyordu. Eğitim, hem batıda hem İslam diyarlarında dini kurumların elindeydi. Kuşaktan kuşağa aktarılan şey havadan, sudan gelen bir şey değil ki? Birileri bunu üretiyor, şekillendiriyor ve yeni kuşaklara aktarıyor. Kültür öğretilen bir şeydir. Kim öğretiyor peki? Ailenin öğretebilecekleri çok kısıtlıdır. Bireyin ve yakın çevresinin deneyim çerçevesini aşan şeyler, mesela evren nedir, ahlakın genel kuralları nelerdir, tarihte örnek alınacak kişiler kimdir, bunlar imal edilen şeyler. Birileri üretiyor bunları.
15. yüzyılın son yarısına kadar Batı dünyasında kitabi kültür yaklaşık kilisenin yönettiği veya yönlendirdiği çerçeve içinde üretildi. İlginç şeyler, orijinal şeyler üretilmiyordu değil, üretiliyordu. Fakat dini öğretinin çerçevesinde üretiliyordu. Kilise hiçbir zaman tek sesli değil, içinde türlü eğilimler barındıran bir kurumdu. Fakat o çerçevede üretiliyordu. Üniversiteler 13. yüzyıldan itibaren bilgi ve yazı üretimi konusunda büyük önem kazanmıştı. Fakat üniversiteler de kilise kurumuna dahil olan yapılardı. Hocaları din adamıydı. Tıpkı doğuda medresenin dini hiyerarşinin bir parçası olması gibi.
Matbaa ile birlikte yayıncılık büyük hızla gelişti. Kısa zaman içinde devletin veya kilisenin kontrolünde olmayan, özel şahısların kâr amacıyla kurduğu yüzlerce ve binlerce matbaa türedi kıta çapında. Bunlar önce İncil bastılar, dini literatür bastılar. Sonra fark ettiler ki işlenmemiş muazzam bir pazar var açıkta. Matbaa sayesinde kitap fiyatları baş döndürücü oranlarda düşünce, çok daha geniş bir kitle okumaya ve kendi ihtiyaçları ve zevkleri doğrultusunda malzeme talep etmeye başladı. Mesela eskiden duyulmamış bir hadise, kadınlar da okumaya başladı. Dolayısıyla kadınlara yönelik bilgi ve anlatı ihtiyacını karşılamak için yeni cins bir yazarlar sınıfı ortaya çıktı. Okumaya meraklı tacirlerin ihtiyaçları için siyasi analiz ve dış haberler literatürü türedi. Özetle, kültürel yönlendirmenin, kültür imalatının altyapısı değişti.
Eskiden insanlar özerk olarak kendi kültürlerini kendi üretiyorlardı, kendi uçağını kendin yap gibi, sonradan birileri bunu ele aldı ve yönlendirdi diye bir şey yok. Birileri yönlendiriyordu, onun yerine başka birileri yönlendirmeye başladı.
Matbaanın sonuçları
16. yüzyıla kadar Batı Avrupa’nın ortak kültür dili bir taneydi, Latinceydi. Literatürün hemen hemen tamamı Latince üretiliyordu. Bunun belli avantajları vardı. Birinin Fransa’da yazdığı bir kitap Polonya’da da okunabiliyordu. Fakat dar bir çevrede okunabiliyordu. Toplumun Latin eğitimi almış çok küçük bir kısmına ulaşabiliyordu. Matbu ürün pazarının büyümesiyle birlikte bu çerçeve yetersiz gelmeye başladı. Çünkü yeterince Latince bilen insan yoktu piyasada. Bu yüzden bir kademe aşağı inip, insanların bildiği avam diline daha yakın bir seviyede yeni kültür dilleri yaratma ihtiyacı doğdu. Dikkat buyurun, özenli seçiyorum kelimelerimi. Kültür dilini kaldırıp halk diline geçilmedi. Çünkü halk dilinde yazı yazamazsınız. Yazı bir kültür dili meselesidir. Kültür dilinden bir basamak aşağı inildi. Ve Fransızca gibi, sonra İngilizce gibi, daha sonra Almanca gibi halkın diline bir adım daha yakın yeni kültür dilleri yaratıldı matbaa sayesinde. Latince kitap bastığın zaman Portekiz’den Polonya’ya kadar satabiliyorsun fakat toplam sayı tatmin edici olmuyor. Fransızca bastığın zaman daha dar bir coğrafyaya hitap ediyorsun fakat pazar derinliğin artıyor. Sayılar büyüyor.
Bir başka sonucuna değinelim matbaa dilinin. Büyük bir hızla ulusal diller standardize edildi ve sabitlendi. Daha önce Fransa’nın her ilinde birbirini anlaması zor veya imkansız olan lehçeler vardı. Hepsinin adı (en azından Kuzey Fransa’da) Fransızcaydı, ama Fransızca bir tane değildi. İlaveten, Fransızca kuşaktan kuşağa hızla değişen bir şeydi. Fransızca bir kültür dili yarattıklerı zaman dili sabitlemiş oldular. Bugün yazdığınız metin, 100 yıl sonra, 200 yıl sonra da okunabilen bir şey haline geldi.
İngilizcenin tarihini biraz olsun bileniniz varsa bilirsiniz. 16. yüzyıla kadar bir kaostur İngilizce. İmlası kaostur. Bölgesel farklar büyüktür. Bir bölgede yazılmış İngilizce ile öbür bölgede yazılmış İngilizce arasında uçurum vardır. Yedinci Henri zamanında matbaaların çoğalması ve çok üretmeye başlamasıyla birlikte İngilizce durulur. Evrimi yavaşlar. İmla ve vokabüler standartları oluşur. Herkes, iyi kötü dilini bu dile uydurmak zorunda kalır. Okullarda bu dil öğretilir. Evrim devam eder ama hızı yavaşlar. Matbaanın bir sonucudur bu.
Bir başka sonucuna değinelim matbaanın. Yeni bir toplumsal hiyerarşinin kapılarını açar matbaa dili. Doğal olarak yeni standart matbaa dili başkentin dilidir. Yönetici kadroların dilidir. Onların diline ayak uydurur. Dolayısıyla, ülkede konuşulan çeşitli lehçeler ve ağızlar arasında bir hiyerarşi doğar. Bazı toplulukların Saray çevresindeki insanların, yönetici sınıfların gündelik yaşamda kullandığı dil matbaa diline yakındır. Taşraya doğru gittikçe halkın konuştuğu dille kültürlü sayılan zümrenin konuştuğu dil arasındaki makas açılır. Dolayısıyla halkın dili ikinci sınıf bir dil olarak tescillenir. Türkiye’de bunun çok örneklerini görebilirsiniz. El yazmasının egemen olduğu dönemde Mütercim Asım gibi Türkçenin en önemli sözlüklerini yazmış olan bir adam, 1700’lerin en sonuyla 1800’lerin en başında, ısrarla ve vurgulu bir şekilde Antep Türkçesi kullanır. Arapça sözlüğü Antep Türkçesine çevirir. Bizim orada böyle derler diyerek, sürekli olarak bunu vurgular. Erzurum Türkçesiyle bir ton şiir üretilir. Matbaa ve basının yayılmasıyla beraber, İstanbul Türkçesi tek ortak kültür dili haline gelir, Antep ve Erzurum Türkçesi marjinalleşir. Hemen ölmez bu diller, fakat gitgide cahil insan dili olarak damgalanırlar.
Bu tür sonuçları da var matbaanın.
Kaynakça notu: Burada anlatılanların bir bölümü, Benedict Anderson’ın Imagined Communities kitabında daha etraflıca tartışılır.