Lenin ve Stalin aynı kefeye konur mu
Blog
30 Temmuz 2020
0:00
0:00

anahtar kelimeler

metin

Yaşamımın bir döneminde Lenin hayranlığına kapıldım.
Hayır, teorik eserleri değil mevzu. Aşırı ironi ve nefret aklı karartır, entelektüel dürüstlüğe pay bırakmaz. Atatürk’ün Nutuk’u da öyledir; Mein Kampf daha beteridir. Kurduğu yahut kurulmasında rol oynadığı rejim hakkındaki görüşlerim de her zaman ikircikliydi; hem olumlu, hem olumsuz.
Ekim İhtilaline giden yoldaki olağanüstü performansıydı beni hayran bırakan. Finlandiya İstasyonu’ndaki nutku ile Nisan Tezleri’nden (1917) Ekim darbesine giden altı aylık sürede ürettiği söylevler, demeçler, bildiriler, makaleler, kararnameler Toplu Eserler’de iki kalın cilt tutar. 1979’da 22 yaşındaydım; hepsini virgülüne kadar okudum, analiz ettim, sabahlara kadar tartıştım; gerektiğinde arkadaşlara ayak üstü Türkçeye tercüme ettim. Üç saatlik bir konferans/sohbet oluşturup olmadık yerlerde sundum. 12 Eylül darbesinden sonra savcılık o sunumların peşine düşmüş; kimdi o gözlüklü piç kurusu diye epey soruşturmuş; bir şey çıkmamış.
Taktik dehasıydı beni etkileyen: Muazzam bir dinamizm, ışık hızıyla evrilen bir sürece ayak uydurma becerisi, anlık pozisyon geliştirme ustalığı, partideki arkadaşlarının ve diğer herkesin bir fersah önünden giden siyasi öngörü. Devletin ve her türlü otoritenin adım adım çöktüğü bir süreçte kendi iktidarını nasıl oluşturursun? Her kafadan bir ses çıktığı ortamda kendi sesinin duyulmasını ve milyonların senin peşine takılmasını nasıl sağlarsın? Sıfırdan başlayarak altı ayda nasıl Devlet gücünü ele geçirirsin?
Devrim nasıl yapılır konusunda bir el kitabı lazımsa ilk okunacak eserdir Lenin’in 1917 yazıları.
O günlerden beş yıl sonra Columbia’da doktora öncesi sözlü sınavına girdim. Heyette Amerikan siyaset biliminin üç ağır topu, Seweryn Bialer, Giovanni Sartori, Douglas Chalmers. İlk soruyu Bialer sordu: 1917’de Rus devrimi başarıya ulaşırken Ocak 1919’da Almanya’da komünist ayaklanmanın başarısız kalmasının sebebi nedir? Sosyolojik analiz, sivil toplum yapısı, kapitalizmin gelişme düzeyi vs. dememi bekliyor tabii. Tereddütsüz cevap verdim: Bir, zamanlama yanlıştı. İki, Rosa Luxemburg’un taşakları yoktu. Bialer’in kirpi gibi kaşlarının üç santim yukarı fırlaması hala gözümün önündedir. Devamını ciddi getirdim tabii. O zamanlar anti-sosyolojist siyaset bilimi ekolünün yılmaz savunucusu idim. Siyasi analiz taktik ve strateji üzerine kurulmalıdır tezini savundum. Sınavdan yaldızlı A ile çıktım.
1917’den sonrası, imkansız ötesi koşullarda devlet otoritesini kurma mücadelesidir. Elli kişiyle ele geçirdiğin hükümet binasını nasıl elde tutarsın? Öldürülmemek için kaç kişi öldürmen gerekir? Seni iktidara taşıyan anarşiyi peyderpey baskı altına alırken, anarşi döneminin simge ve söylemlerini ne ölçüde koruyabilirsin; nasıl içini boşaltıp bir Devlet ideolojisine dönüştürürsün? Marksist teori filan o aşamada artık tıraştır. Vahşi bir kaplanın içgüdüleriyle yönetmek zorundasın. Yoksa cesedini sokaktan toplarlar.
Stalin’in elbette kötü olduğuna inanarak yetiştik. Yukarıda anlattıklarımdan yıllar önce, daha lisedeyken Curzio Malaparte’nin Hükümet Devirme Tekniği’ni okumuş, Stalin’e karşı Troçki’yi tutmayı öğrenmiştim. Üniversitedeyken Wolfgang Leonhard’ın dillere destan Sovyetler Birliği Tarihi dersini aldım; bürokratik diktatörlüğe, devlet terörüne, parti içi tasfiyelere, devlet eliyle yaratılan kıtlığa, ideolojik kemikleşmeye nefretle bakmaya alıştım. 1989-1990’da eski Sovyet bloku ülkelerine yaptığım geziler de o bakış açısını iyice pekiştirdi. Stalin rejiminin insanlığa karşı bir suç olduğu kanısına vardım.
Sonradan fırsat buldukça okumaya devam ettim. “Simon Montefiore”’nin “Young Stalin”’ini 2006 dolayında Şirince’de okumuş olmalıyım; bakış açımı pek etkilemedi. 2016’da, Menemen Kapalı Cezaevi’nin en kötü günlerinde Robert Service’in 900 sayfalık Stalin biyografisini devirdim. Orada beni çarpan şey, ne alaka diyeceksiniz belki, genç Cugaşvili’nin Gori ve Tiflis’teki Gürcülük yıllarıydı. Ermeni ustasının kunduracı dükkanında çalışmış, iyi Ermenice bilirmiş, şair olmuş, polisten kaçmış, gözaltında işkence görmüş, banka soymuş... Tanıdık biri. Kader onu şer imparatorluğunun başına sürüklemese ne olurdu? Bizden biri olarak kalırdı herhalde. Şehit devrimci? Göbekli esnaf?
Ben onun yerinde olsam ne yapardım sorusunu hep sormak lazım. Tsaritsyn’de — sonraki adıyla Stalingrad, şimdi Volgograd — devrimci terör tekniklerini geliştirmese hayatta kalabilir miydi? Bolşevik rejim ayakta kalabilir miydi? Meşruiyetten yoksun bir iktidar nasıl korunur, nasıl istikrara kavuşur? Devleti devlet yapan korku ve itaat dengesi başka nasıl kurulur? Elli kişiyle darbe yapmışsın. Başkasının yarın sabah yüz kişi yahut bin kişiyle kapıya dayanmasını nasıl önlersin?
Yok hayır, Stalin sevdalısı değilim. Ama onun yerinde ben olsam, daha sevimli biri olmayı başarabilir miydim, bilmiyorum. 3000 kişinin idam emrini imzalarken votkamı yudumladığımı tahayyül edemiyorum. Ama hayat onu gerektirmişse ne yapsın adam, gazoz mu içsin?
Lenin’le Stalin’i aynı kefeye koyamazsın demiş biri. Pekala koyarsın. Tarihteki herhangi iki kişiyi de koyarsın, yeterince hayal gücün ve analiz yeteneğin varsa.
Şahane bir sınav sorusu söyleyeyim size. Al insanlık tarihinden rastgele seçilmiş iki kişi, mesela bir antik çağ filozofuyla bir Alman biyolog, bir Çin generaliyle bir Amerikalı senatör. Aralarında üç benzerlik, üç de farklılık bul. Muazzam bir egzersizdir. Ufkunu perde gibi açar. Öğrencinin kavrayış ve zekasını daha iyi sergileyecek bir soru bulamazsın.
Gençliğinde biraz olsun Plutark okumuş olan bilir.