Klişelere batmadan Osmanlı tarihi nasıl anlatılır
Pazar Sohbeti
9 Ocak 2022
0:00
0:00

metin

Bana şu Osmanlı devletini klişelere batmadan anlatabilecek biri var mı? Özellikle Osmanlının son döneminde azınlıkların, yani Rumların, Ermenilerin de çektikleri acıları alışılmış olan kalıbın dışında anlatabilecek biri var mı?
Osmanlı devletinin başlangıcını değerlendirirken üç faktörü göz önüne almak lazım.
Başlangıç koşulları
Birincisi, Osmanlı imparatorluğunun şekillendiği çağ, biraz geniş tutarsak 10. ve 11. yüzyıllardan 15.yüzyılın ortasına kadar olan dönem, 1453’ü isterseniz dönüm noktası sayalım, bu dönem, Doğu Akdeniz havzasında olağanüstü bir ekonomik zenginlik ve refah dönemidir. Çin ve Hindistan ile birlikte Doğu Akdeniz havzası, yani Balkanlar, Anadolu, Orta Doğu, Mısır sahası dünyanın belli başlı üç medeniyet merkezinden biridir. Medeniyet demek zenginlik demektir. Parasız medeniyet olmaz. Şehirlerin müthiş geliştiği, zenginleştiği, sanatların son derece geliştiği, entelektüel faaliyetin daha önce görülmemiş yeni formlarda şekil bulduğu, büyük bir özgüveni yansıtan başyapıtların ortaya konduğu bir çağdır. Edebiyat olsun, mimari olsun etkileyici bir üretkenlik ve refah dönemi yaşar. Müzikten fazla haberimiz yok fakat o alanda da yazılı kaynaklardan öğrendiğimize göre bir altın çağ yaşanmış. Bu çağın zirvesi 13. yüzyıldır. 14. yüzyılda biraz duraksar, veba salgını yüzünden bir müddet durur, 15. yüzyılda yeniden bir yükselme dönemine girer. 15. yüzyıl sonlarında sona erer.
Bu refahın temel unsuru Doğu Asya ile, yani Çin ve Hindistan ile Avrupa arasındaki ticarettir ve bu ticarette Orta Doğu kentleri kilit noktaları tutar. Kentler: İstanbul, Trabzon, Musul, Tebriz, Erzurum, Ayas vardır şimdi Yumurtalık olan yer Adana’ya yakın, İskenderiye. Lübnan’ın, Filistin’in limanları. Bunlar bu dönemde müthiş bir sivil kültüre, şehir kültürüne kavuşan yerlerdir. 15. yüzyılda bu uluslararası ticaret yavaşlamaya yüz tutar. 1480’lerden itibaren Avrupalıların Hint Okyanusu yolunu keşfetmesiyle birlikte küt diye kesilir. Ondan sonrası ciddi bir ekonomik krizdir.
Bunu bir kere aklınızda tutun. Şu soru gelmeli aklınıza: Osmanlı devletinin ortaya çıkışı bu ekonomik krize bir cevap mıydı? Yoksa bu ekonomik krize yol açan faktörlerden biri miydi? Tarihçileri ciddi bir şekilde meşgul etmesi gereken bir soru bu.
İkinci faktör, bu daha da önemli. Bu 400 yıllık dönem Doğu Akdeniz havzasının büyük kısmına egemen olan İslam dünyasında bir siyasi parçalanma çağıdır. Yüzlerce küçük devlet kurulur. Büyük devletler rüzgar gibi gelir ve gider. Hiçbir devlet üç kuşaktan fazla, yani bir uzun insan ömründen, 90 yıldan daha fazla dayanmaz. Ordular gelir, ordular gider, katliamlar olur, şehirler yakılır. Fakat sonuçta öyle görünüyor ki şehirlerin kültürü, yani Musul’un, Tebriz’in, İsfahan’ın, Semerkant’ın kültürü, dönemin siyasi yapılarından kopuktur. Sanki umursamazlar bile o gelip geçen devletleri. Bir yanda devletler var, geliyor gidiyor, savaşıyor, biri yıkılıyor, iki kardeş kavga ediyor, ikiye bölünüyor. Bir yanda da son derece kozmopolit bir ortamda aynı dili veya dilleri konuşarak, birbirleriyle yakın kariyer ilişkilerine girerek, bir miktar haraç ödemek ve ara sıra kuşatılıp kılıçtan geçirilmek dışında devletlerle fazla alıp vereceği olmadan yaşayıp giden fiilen bağımsız şehirler var. Bir insan İspanya’nın kenarında bir İslam kenti olan Tanca’da doğuyor, Kahire’de okuyor, İsfahan’da iş buluyor, Hindistan’a seyahat ediyor, Semerkant padişahının veziri oluyor. Bu tipik bir kariyer kalıbı o dönem için. Siyasi sınırlardan hemen hiç etkilenmeyen kozmopolit bir şehir kültürü var. Bir de onlardan bağımsız, durmaksızın yükselip batan efemeral siyasi oluşumlar var. Kabaca 1453’te kapanan bu tabloyu da aklımızda tutalım.
Üçüncüsü. Osmanlı devletinin kuruluş aşamasında Osmanlı yönetici sınıfının kafasında iki tane büyük imparatorluk modeli vardır. Bunlardan biri eski İslam Halifeliği devletidir. Yani 10. yüzyılda paramparça olan, fakat ondan önceki dönemde, Harun Reşid zamanında, Bağdat’ta muazzam bir medeniyet kurmuş olan, kendine özgü idari yapıları olan, kendine özgü kültürü olan Abbasi devletidir. Bir zamanlar büyük bir devletti, şimdi artık yok. İkincisi Bizans devletidir, yani Rum Kayserliği. Doğu Akdeniz havzasının iki bin yıldan beri tanıdığı en büyük, en kalıcı, kurumsal açıdan en gelişkin imparatorluktur. 15. yüzyıla gelindiğinde artık bitmiş olmasına rağmen, kuvvetli anıları barındıran bir imparatorluktur. Britanya’dan tut Basra’ya kadar uzanan bir egemenlik sahası kurmuşlar. Bu sahada tek para birimine dayanan bir ortak ekonomi kurmayı başarmışlar. Bir ordu yönetimi kurmayı başarmışlar bu kadar çapta. Yollar yapmışlar, limanları gemilerle birbirine bağlamışlar. Böyle bir imparatorluk geleneği var. Ve bu iki imparatorluğun ikisi de batmış. Birtakım yanlışlar yapmışlar, yenilmişler. Bir Osmanlı devlet adamının önünde şu soru vardır: Onlar neyi yanlış yaptı ki biz onu yapmayalım? Ne yapalım ki onların başaramadığını onlardan daha üst bir düzeyde biz gerçekleştirelim?
Aç parantez: Üçüncü imparatorluğu da unutmayalım. İran imparatorluğu, yani Sasani Devleti. Onun da kendine göre adap ve usulleri vardır. Fakat zaten Abbasi devleti büyük ölçüde Sasani imparatorluğunun devamı olduğu için, Sasani geleneği Abbasi’den süzülüp gelmiş Osmanlı’nın zihinsel dünyasına. Kapa parantez.
Özetleyelim. Bir, büyük ekonomik refah dönemi sona eriyor. İki, siyasi bir kaos dönemi yavaş yavaş kapanıyor. Üç, model alınacak, örnek alınacak, ders çıkarılacak, iki tane imparatorluk geçmişi var.
Yeni tip bir devlet
Osmanlı devleti yeni tip bir devlettir. Yakın Doğu’da daha önce görülmemiş bir devlet türüdür. İlginçtir ki Osmanlı ile aynı tarihlerde Mısır’da zuhur eden Memluk Devleti de öyle bir devlettir. İran’daki Safevi Devleti de aynı yoldadır fakat bir hayli geç kalır, ancak 16. yüzyıl başlarında devreye girer ve hiç bir zaman Osmanlı’nın ve Memluk’un ulaşmış olduğu merkeziyetçilik düzeyine ulaşamaz. Osmanlı dev bir coğrafyada tek egemen olma, kendisinden başka hiçbir siyasi güce tahammülü olmayan bir egemenlik kurma başarısını gösterir. Ve İslam dünyasında yüzyıllardan beri görülmemiş olan bir şeyi başarıp, 90 yıl olan normal devlet ömrünü aşıp 600 sene tek hanedanın yönetiminde iktidarını sürdürür. İslam tarihinde bunun başka bir tane bile örneği yoktur. Yeni bir fenomendir.
Neden bu denli büyüyebildi, neden kendisinden önceki kıytırık devletler çağını sona erdirecek şekilde, hatta tek ciddi rakibi olan Memluk devletini de yutacak şekilde bir gelişme gösterdi? Zannediyorum bunda birçok sebep sayılabilir. Bir sebep ordu teknolojisinin, savaş teknolojisinin değişmesidir. Daha önceki devletlerin hepsinde savaş tasarımı süvari üzerine kuruludur. İslam dünyasında ordunun çekirdeği süvaridir: Çok hızlı hareket eden küçük, uzak mesafelere gidip çarpıp geri dönme yeteneğine sahip olan hızlı birlikler. Küçük ordulardır bunlar. Oysa Osmanlı devleti dev boyutlu piyade hareketleri üzerine kurar askeri stratejisini. Bu piyade hareketlerinin temel dayanağı ateşli silahlar teknolojisinin gelişmesidir. Yani top. Topçu ile yürür yeniçeri. Hantaldır, yavaş yürür, adım adım yürür fakat korkunç sayılar halinde yürür ve karşı tarafı topa tutar. İran’ın süvarileri, dünyanın en mükemmel, en iyi eğitilmiş, en hızlı, en becerikli, çoğu Türklerden oluşan süvarileri büyük piyade orduları karşısında çaresiz kalırlar.
Ve tabii Osmanlı orduları eski döneme oranla çok daha pahalı ordulardır. Büyük para gerektiren, büyük finans gerektiren ordulardır.
Burada sanırım sebeple sonuç birbirine karışıyor. Ekonomik kriz, Doğu Akdeniz havzasının ekonomisinin küçülmeye başlaması, devleti yeni bir yaklaşıma, yeni bir organizasyona muhtaç kılmıştır. Ekonomik krizi çözmek için devlet büyümüştür. Belki de tam tersi olmuştur. Devlet büyüdüğü için ekonomik kriz ciddileşmiş ve bölgeyi kurutmuştur. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan? Bunu bir şekilde lehte ve aleyhte çeşitli görüşlerle uzun uzun tartışmak lazım. 15. yüzyıl krizinin sebebi midir, sonucu mudur Osmanlı?
Yeni devletin temel kaygısı aynı anda hem Tuna boylarında, hem Anadolu’da, İran sınırında, Mısır’da, Kızıldeniz’de kahredici güç gösterebilecek, karşısına çıkabilecek her türlü düşmanı silindir gibi ezecek bir ordu barındırmaktır. Osmanlı devletinin can damarı ordudur. Başka türlü 400 yıllık parçalanma eğilimlerine sahip olan bir coğrafyayı tek bir iktidar altında bir araya getiremezdi. Başını kaldıranın başını ezmesi gerekirdi.
Dört tarafın kırk çeşit düşmanla çevrili. Canavar gibi büyüyen bir imparatorluğun var. Tüm çevre devletleri, Venedik Cumhuriyeti’nden tut Polonya’ya kadar, İran’dan tut, Kızıl Denizdeki beyliklere kadar hepsi bu canavarı durdurmak için seferber olmuşlar. Bu canavar kendini korumak için bütün bu coğrafyada kahredici bir ordu beslemek zorundadır. Bu orduyu finanse etmek için ülkenin iktisadi kaynaklarını sonuna kadar sömürmek zorundadır. Nerede ne var? Tarla mı var? Arpa mı üretiyorlar? Meşin ayakkabı mı yapıyorlar. Ok kılıfı mı imal ediyorlar? Hepsini bilmek ve bunları kendi askeri amaçları için tek elden yönetmek zorundadır. Bunun sonucu bütün Doğu Akdeniz bölgesinde özerk şehir hayatının, yani kendi gelirlerini kendi iç ihtiyaçlarına ve kendi prestij yatırımlarına ayırabilecek olan yerel iktidarların silindir gibi ezilmesi olmuştur.
Anadolu’yu gezin. Bütün kasaba ve şehirlerinde 1200’lerde, 1300’lerde, 1400’erde muazzam miktar ve çeşitlilikte mimari eser görürsünüz. Büyük kısmı orijinal eserlerdir. Birbirlerinden farklıdırlar. Çeşitlilik vardır, canlılık vardır. Cami, ulucami, medrese, hastahane, han, hamam bir sürü şey yapmışlar. Osmanlı geldiğinde, Osmanlı fethiyle birlikte 1480-1520 arasında, hemen her şehirde bir tane yeni tip kubbeli cami yapılır. Oldukça mütevazı camilerdir, özgünlükleri yoktur, sanki merkezden gönderilmiş tek şablona göre inşa edilmişlerdir. Ondan sonra, 1520’lerden 1820’lere kadar bir daha Osmanlının taşrasında taş üstüne taş konmaz. Çünkü devlet bir hortum gibi bütün ülkenin kaynaklarını emer ve ordusuna yönlendirir. Başka da çaresi yoktur, çünkü o boyutta bir orduyu ve o çapta bir iktidar alanını başka türlü tutamaz.
Abbasi’den ve Bizans’tan iki önemli ders almıştır. Birincisi Abbasi’yi yıkıma götüren hadise, ordu komutanlarının ve taşradaki vilayet komutanlarının aşırı güçlenmesi idi. Merkezde bir iktidar krizi olduğu anda, yani bir halife öldü, yerine hangi oğlu geçecek kavgası patlak verdiği anda, pat, Mısır valisi bağımsızlığını ilan eder, Halep komutanı bağımsızlığını ilan eder, Musul emiri bağımsızlığını ilan eder. Çünkü yerel komutanlar çok güçlüdür. Osmanlı devletinin böyle bir hadiseye izin vermemesi gerekiyordu. Kafasını kaldırma potansiyeli olan tüm yerel askeri güçleri ezmek, memurlaştırmak, köleleştirmek zorundaydı. Köleleştirmek şu demektir: Orduların başına asla kendi siyasi gücü olan, kendi arkası olan, amcası, dayısı olan kimseyi getirme! Köleleri getir, küçük insanları yükselt ve öyle bir pozisyonda tut ki hayat boyu köle olsunlar. En yüksek mevkiye geldiği zaman dahi çağırıp onları, kelleni alıyorum arkadaş deyip götürebilesin. Akıllarından bile geçmesin merkez yönetimine baş kaldırmak.
İkincisi, Bizans’ın yıkımı kilisedendir. Devlete paralel, devletten büyük ölçüde bağımsız ve olağanüstü maddi kaynaklara sahip olan bir kara delik haline gelmiştir kilise. Ülkenin ideolojik egemenliğini, fikirsel egemenliğini ele geçirmiştir ve kaysere kafa tutabilecek noktaya gelmiştir. O yüzden Osmanlı devleti, devletten bağımsız bir dini, ideolojik kurumsallaşmanın ortaya çıkmasına asla iyi gözle bakmaz. İslami kurumları başsız ve güçsüz bırakmayı önemser. Devlete bağlı memurlar olmalarını ister. Bunlar tarihten çıkarılmış derslerdir. Bunları salt iktidar hastası oldukları için yapmadılar. Geçmişi biliyorlardı. Önceki imparatorluklar nasıl battı? Biz bu acı kaderden nasıl kaçınabiliriz? Kendilerince makul ve kaçınılmaz görünen bir yönetim tarzı oluşturdular.
Düşünün, dünya çapında bir imparatorluk. Budapeşte’den Basra’ya kadar bir coğrafyayı yönetiyorsun ve bu coğrafyayı daha önce görülmemiş bir merkeziyetçi anlayışla yönetiyorsun. Her an, her yerde, devletin bitmez tükenmez finans ihtiyacını karşılayabilecek kaynakların farkındasın. Budin’deki arsanın, Basra’daki aşiretin, gelir ve gider kaynaklarının ve silah sayısının bilincindesin ve bunları onların elinden almak için elinden geleni yapıyorsun. Azıcık bir şey bırak aç kalmasınlar, memleket tam kurumasın, ama bütün kaynakları topla, tek elde biriktir. Ve eğer başarabiliyorsan tek elden adil bir şekilde dağıtmaya çalış. Osmanlı devletinin temel yapılanması budur. Daha önce görülmemiş bir merkezileşme, daha önce görülmemiş çapta bir coğrafya.
Diyeceksiniz ki Selçuklu Devleti de çok büyük bir coğrafyadaydı. Moğol İmparatorluğu görülmemiş büyüklükte idi. Onlar ne olacak? Onlar birer fırtına idi, gelip geçtiler. Hiçbir zaman kalıcı bir siyasi ve askeri yapılanma oluşturamadılar. Bir uçtan çıktılar, atlarına bindiler, üç günde Çin Seddinden yola çıkıp Rusya’ya, Ankara’ya kadar ulaştılar. Yağmaladılar. Ekonomik rantı toplayıp geri gittiler. Şehirleri yıktılar, yaktılar. Sonra saman ateşi gibi söndü, bitti. Selçuklu Devletinin fiilen canlı olduğu devir. 1040’lardan diyelim, 1060’lardan, taş çatlasa 1120’lere kadardır. 60 sene. Doğu İran’da uzatmaları oynadılar. 1180’lere kadar, o kadar. Moğol devleti keza. Çok kısa ömürlü devletlerdir bunlar. Osmanlı onlar gibi değil.
Başka bir şeye dikkatinizi çekeyim. Yer adları çalışırken bunun farkına vardım. Bizans döneminde, ki Bizans eli kalem tutan bir devlet yapısıdır, epey yazılı malzeme üretmişler. Fakat Bizans döneminde Anadolu’nun köylerinin bir envanteri hiçbir zaman yapılmamış. Yok böyle bir kaynak. İdari merkezler, kaza karşılığı diyebileceğimiz piskoposluklar biliniyor. Bunların listeleri var, yıl yıl olmasa bile on yıllık yirmi yıllık aralıklarla izleyebiliyoruz idari yapılanmayı. Azizlerin hayatlarından yahut kişi künyelerinden birtakım köy isimlerini öğrenebiliyoruz. Ama Anadolu’da daha Osmanlı döneminde sayısı elli binleri bulan yerleşim noktalarının değil onda biri, yüzde üçü beşi ancak kayıtlı Bizans döneminde. Yazmamışlar. Osmanlı gelir gelmez ilk yaptığı iş müthiş bir ayrıntıyla, sadece köyler değil, köylere yakın çiftlikler, değirmenler, mandıralar vesaire hepsinin envanterini çıkarmış. Yıldan yıla çıkarmış bu envanteri. Yepyeni bir idare anlayışı, yeni bir çağ Osmanlı. Ve bu tahrirler, yani ülkenin mal varlığının tespiti, daha önceki yönetim anlayışına oranla bir devrim, yeni bir çağ, yeni bir anlayış, yeni bir model. Merkezileşme.
Neden çöktü
Bunun ekonomik sonuçlarını başka sohbetlerde birkaç defa anlattım. Bir ülkenin tüm ekonomik kaynaklarını etkili bir şekilde tek elde toplarsan o ülke ölür. Bir ağacın gövdesine sağlam kelepçe takarsan bir süre sonra ağaç ölür. Çünkü kan dolaşımını tıkarsın. Nitekim 16. yüzyılda nispi bir refah kazanmış, ekonomik krize rağmen büyümeyi başarmış olan Osmanlı devleti, 16. yüzyıl sonuna geldiğinde birden bire çöker. Ekonomik yapısı ile birlikte taşralardaki idari yapısı dağılır. Büyük bir kargaşa dönemi yaşanır. Anarşi ve kaos hüküm sürer. Bir şekilde bunu geçici tedbirlerle atlatırlar. Fakat o noktadan başlayarak, 1590’lardan, 1600’lerden başlayıp 20. yüzyıl başına kadar hem Anadolu’da hem Balkanlarda sürekli bir ekonomik çözülme ve gerileme dönemidir.
18. yüzyıl Avrupalı seyyahlarının anlatımlarına bakarsanız, 19. yüzyılın yarısına kadar olan döneme bakarsanız, Orta Avrupa’dan kalkıp Macaristan’a geçip Sırbistan’a, Bulgaristan’a ve İstanbul’a gelen seyyahların gördükleri en önemli şey, çölleşmiş, terk edilmiş, bacaları tütmeyen, köyleri ölmüş bir ülkedir. Nüfusu düşmüş, sefilleşmiş bir Balkan coğrafyası vardır. Doğu Trakya’da, yani Edirne, Tekirdağ, Marmara tarafında 16. yüzyılda yoğun bir nüfus olduğunu biliyoruz. Bugünkü köylerin hemen hepsi 16. yüzyılda mevcuttur. Kalabalıktır da nüfusları. Müslümandır çoğunluk. 18. yüzyıl sonuna gelindiğinde çöldür Trakya. Bütün köyler terk edilmiştir. Eskiden köy olan yerlerin çoğu çiftlik olmuştur. 19. yüzyılda ciddi bir göç olur. Rumlar gelir yerleşir. Bulgarlar gelir yerleşir ve Doğu Trakya’nın nüfus yapısı 180 derece döner. Türkler azınlığa düşerler. Anlatabiliyor muyum süreci? Tek bir dönem gibi görmeyin Osmanlı tarihini.
Bir başka ciddi değişim olur. Eski İslam düzeninde, yani İslam Ortaçağları diyeceğimiz dönemde, ilk fetihlerden sonra İslam dünyasının az çok konsolide olduğu çağda, Orta Doğu’da, Anadolu’da, Kürdistan’da, İran’da, Mısır’da Hristiyanlarla Müslümanlar arasında iyi kötü bir denge, bir bir arada yaşama imkanı doğmuştu. Devlet teşkilatı ve ordu teşkilatı her zaman Müslümanların elindeydi. Fakat önemi azdı, hacmi küçüktü. Ulusal gelirden aldığı pay azdı. Buna karşılık şehirlerde tüccar olarak, sanatçı olarak, din adamı olarak, sarayların yanaşması ve idarecisi olarak, bürokrat olarak ciddi bir Hristiyan nüfus vardı. İyi kötü bir denge söz konusuydu. Devleti aşırı derecede büyüttüğün zaman, ekonomi üstü ve hukuk üstü bir güç haline getirdiğin zaman bu denge altüst olur. Çünkü devlet Müslümanların tekelindedir. Onların mesleği, onların işlevi ülke yönetmektir. Bu teşkilatın eline sınırsız yetkiler verirsen Hristiyanların nispi konumu ister istemez düşer. Çeşitli haksızlıklara, zulümlere, aciz kaldıkları durumlara uğrama ihtimalleri radikal olarak artar.
Buna Hristiyan nüfusun verebileceği iki türlü tepki vardır. Birinci tepki, Aman devir bunların devri, neme lazım deyip Müslüman olmaktır. Dolayısıyla Osmanlı döneminde daha önceki dönemde görülmemiş ölçüde güçlü bir Müslümanlaşma akımı görülür. Ve Osmanlı devletinin batmaya başladığı 18. yüzyıla kadar da bu trend devam eder. Sonuçta toplumdaki konumun yıldan yıla düşüyorsa ve düzelme ihtimali ufukta görünmüyorsa yapabileceğin bir mantıklı iş pipinin ucunu kestirip iki tane formül söyleyip din değiştirmektir. Diğer yöntem isyan etmek ya da dağlara çekilmektir. Bütün Anadolu coğrafyasında ve Balkan coğrafyasında Osmanlı yüzyılları boyunca Hristiyan nüfusu gitgide ulaşılmaz dağlara çekildiğini, gitgide devlet otoritesinden uzak, gerektiğinde kendini savunabileceği noktalara çekildiğini görürüz.
Hristiyan isyanları
18. yüzyıla doğru ciddi isyanlar başlar, kafa tutmaya başlarlar. Çünkü bu arada başka bir şey olmuştur. Avrupa güçlenmiştir ve Avrupa devletleri kendi aralarında sürekli rekabet halinde oldukları için birbirlerinin önünü kesip, birbirlerinin ayağına çelme atıp Osmanlı devletinde de birtakım mevziler tutmak hevesindedirler.
Sonuçta basit bir insani tapki. Siz olsanız başka ne yapardınız ki? Orada size yardımcı olabilecek güçlü, cesur, üstelik de sizin dindaşınız olduğunu iddia eden devletler var. Gerçi hiçbir Rum ve hiçbir Ermeni Avrupalıların gerçek Hristiyan olduğuna inanmaz, itikatları bozuktur. Ama ne var ki kağıt üstünde hepsi Hristiyan. Üstelik güçlüler. Üstelik bizi kendi yurdumuzda Müslümanların zulmünden koruma potansiyelleri var. Siz olsanız sığınmaz mısınız?
Osmanlı devletinde Hristiyan Müslüman ilişkilerinin radikal olarak bozulmaya başlaması fetihler dönemi değildir, Osmanlı devletinin batış dönemidir. Özellikle 1820’lerden 1840’lardan itibaren Osmanlı devletinin ölümcül hasta olduğu anlaşıldıktan sonra git gide artan bir hızla Rumlar, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Ermeniler, Suriye Hristiyanları, Lübnan Hristiyanları başka arayışlara girmeye başlarlar. Doğal olarak devlet, böyle bir direnişi ihanet olarak görür. Tebaanın bir kısmı düşmanla işbirliği yapıyorsa ne yapabilirsin ki? Kafalarını kesersin. Dolayısıyla Osmanlı devleti 19. yüzyılda vaktini isyan eden Hristiyan unsurları katliama uğratmakla geçirir. Başka da bir çaresi yoktur. Öte yandan bu katliamlar tarihte pek nadiren beklenen sonucu verirler. Genelde bir toplumu kesmeye başlarsan o toplum daha beter bilenir. O yüzden gitgide tırmanan bir şiddet spirali halinde, Osmanlı’nın tabi milletleri, Avrupalıların da desteğiyle devletin başına bela olurlar. Uzaktakiler teker teker kopar, aralarındaki Müslüman halkı ya kılıçtan geçirir, defeder, kovar Anadolu’ya. Sonra da filmin yavaş yavaş sonuna gelinir.
Bilmem bu Osmanlı tarihi hakkında güzel bir özet oldu mu? Umarım akılda kalacak olan bir iki temaya değinmiş oldum.