Kitap tanıtımları-9
Pazar Sohbeti
17 Ocak 2022
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Herkül Millas, Yunan Ulusunun Doğuşu. Herkül İstanbulludur, Kınalıada’lıdır. 1960’larda henüz İstanbul’da Rumların sesi de duyulurken Türkiye İşçi Partisi’nin kurucularından biri oldu. Sonra Atina’ya göçtü. O zamandan beri Yunan-Türk dostluğu için çaba gösterir. Her iki ülkenin fanatiklerine karşı şerbetlidir. Yunan ulusunun doğuşu derken burada Yunan ulusçuluğunun doğuşundan söz ediyor. 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başında Yunanistan fikri nasıl oluştu, hangi evrelerden geçti, bunları bize hatırlatıyor. Türkçede eşdeğeri olmayan bir kitap. Faydalı.
Mustafa Yavuz, Demokratik İhtilaller Çağında Girit, Belge Yayınlarından. Vaktiyle devrimci hareket içinde bulunmuş, şimdi sürgünde yaşayan bir dostumuzun kitabı. Tanışıyorum kendisiyle. Girit biliyorsunuz 1850’lerden başlayıp 1910’lara kadar büyük bir çalkantıdan geçti. Son kırk yılda Kürdistan Türkiye için neyse o dönemde Girit oydu. Devamlı isyan, devamlı gerilla, art arda terörist avları, sonsuz baskı, katliam, iç ve dış göç... O süreci Osmanlı ve Türk devletçiliğinin klişelerine ve yalanlarına kapılmadan, açık yürekle ve devrimci bir bakış açısıyla değerlendiren bir kitap bu. Ciddi kaynak araştırması üzerine kurulu, güvenilir bilgi veren bir çalışma. Bunu okuyun. Girit’e dair ilginiz sıfır da olsa ufkunuzu açacak kitaplardandır.
Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt, “How Democracies Die”. Demokrasiler nasıl ölür konulu boktan bir kitap. 2016-2020 döneminin tipik söylemleri: Trump geldi demokrasimiz ölüyor, popülizm çok kötü, uzmanların sözüne kulak vermeli, vesaire. Demokrasilerin nasıl öldüğünü yahut öldürüldüğünü 2020’den sonra gördük. Trump öldürmedi. Ondan sonra gelenler öldürdü. Berbat.
Murat Menteş, Ruhi Mücerret. Menteş’in romanlarını sevdiğimi birkaç kere söylemişimdir. Son on on beş yılın iyi Türk romancılarından biridir. Özellikle ilk romanı olan Dublörün Dilemması’nı çok sevmiştim. Bu da ikincisi galiba. Öbürü kadar başarılı değil belki. Fakat espri anlayışı hoşuma gidiyor. Uçuk bir roman. Biraz çizgi roman tadında bir anlatı. Eğlenerek okudum. Yalnız eğlenme değil mevzu, Türkçesinin neşter keskinliği hoşuma gidiyor. Dil dediğin ustura yerine kullanılabilir olmalıdır. Mizah dilinin bıçak gibi kullanılması sanırım Türkçede 1980’lerde Gırgır Dergisi ile başladı. Gırgır ve onun devamı olan mizah dergilerinin başarısı hep karikatür veya çizgi düzeyinde değerlendirildi. Asıl dil düzeyinde bence bir devrime ön ayak olmuşlardır. Argolaşmadır, avamlaşmadır, eyvallah, bunlar doğrudur. Fakat Türk diline muazzam bir yeni ifade katmanı kazandırmışlardır. Çok daha ekonomik, kısa, güçlü, esprili, sokak ağzından beslenen bir edebi janrın oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Murat Menteş ve benzerlerinin cesur dili de, önceki kuşağın mizah diline çok şey borçludur. Türk dili bu dergilerle birlikte kravatı çıkardı, daha özgür ve daha kıvrak bir hareket yeteneğine kavuştu. Eskinin Akbaba vesaire dergileriyle kıyaslayın. Mizah olarak ne kadar renksiz, ne kadar yavandır onlar. Gırgır ise, hele 1980’lerde Oğuz Aral zamanında, boş bulunsan insanı altına işetecek bir espri anlayışına sahiptir.
Yine aynı ekolden Alper Canıgüz, Oğullar ve Rencide Ruhlar. Murat Menteş ile bir nefeste anılır adı. Murat daha iyidir. Alper de zevkle okunur, ama öbürü kadar uçuk değil.
“Christopher Lasch, The Revolt of the Elites and the Betrayal of Democracy”. Elitlerin isyanı ve demokrasiye ihaneti. Kitabı okumadım daha, yeni aldım. Okuduğumda size raporunu veririm. Anladığım kadarıyla demin sözünü ettiğim How Democracies Die’ın tam zıddı tezi savunan, yani asıl demokrasiye ihanet edenler elitlerdir, eğitimli kesimdir diyen bir kitap. Başlığı acaba Ortega y Gasset’in Yığınların İsyanı’na bir nazire mi? Okuyup öğreneceğiz.
“Eugene Rogan, The Fall of the Ottomans”. Osmanlı’nın Yıkılışı diyelim. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin savaş cephelerinde ve diplomatik sahada yenilip çöküşünü anlatan bir öykü. 1913’te başlıyor, 1920’de noktalıyor. Bildiğimiz bir öykü, yeni bir şey eklemiyor, fakat iyi bir özet. Bunu da keyifle okudum, tavsiye edebileceğim bir kitap. Detaylarda çok özenli. Batışının arka plandaki nedenleri değil, sahadaki cereyan ediş biçimini anlatıyor. Osmanlı Devleti’nin neden ve nasıl battığı, modern tarihin önemli öykülerinden biridir. Osmanlı büyüktü, dünyaları fethetti, Viyana kapılarına gitti, çok yakışıklı arması vardı falan filan, pekiyi de, sonuç olarak Osmanlı battı. Kazara veya tesadüfen batmadı. 250 yıllık bir süreçte ezile ezile, işkence çeke çeke battı. Ve Tuna’dan Basra Körfezi’ne kadar bu batıştan nasibini almamış, bu batıştan ocağına ateş düşmemiş hane yoktur. Sırbistan’dan tut, Bosna’dan tut, Mısır’a kadar bütün bir coğrafya piç oldu bu batışta. Rezil oldu. Yıkıldı. Ve insanların hayatı da onunla birlikte yıkıldı. Bu öyküyü günümüzde unutmayı tercih ediyor insanlar. Osmanlı’nın büyüklüğü, Osmanlı’nın adaleti, Osmanlı’nın kocaman kocaman camileri mevzu ediliyor da, sonuçta bir fiyasko olduğu unutuluyor. Veya unutulması isteniyor.
“Steven Johnson, How we got to now?” Bugüne nasıl geldik yani. Bugünün dünyasını şekillendiren altı tane yeni ürün ve fikirden söz ediyor. Hangileriymiş bunlar, sayalım. Birincisi cam. Endüstriyel camın icadı ve yaygınlaşması. İki, soğuk kavramı. Soğuğun ölçülebilir bir şey olduğu ya da yapay olarak yaratılabilir bir şey olduğu fikri. Sonra, ses. Ses iletim teknolojisi, sesin fiziksel olarak tanımlanması, dalga yapısının kavranması, kaydedilebilmesi ve iletilebilmesi. Yepyeni şeyler bunlar. Temizlik, hijyen. Temizlik standartlarının oluşumu. Zaman. Zamanın ölçülebilir bir şey olması, saniye tutulabilir bir şey olması ve mesela Samos Adasıyla Çin’de ‘aynı anda’ bir şeyin olması fikri. Zamanı tam olarak ölçebilmelisin ki dünyanın iki ucunda iki şeyin aynı anda gerçekleştiğini iddia edebilesin. Bu eski dünyada kavranabilecek bir şey değil. Ve nihayet ışık. Bu kavramların 17. yüzyıldan bugüne nasıl oluştuğu ve dönüştüğüne ilişkin bir kitap. Güzel bir kitap. Daha güzel olabilirdi. Bilimsel kavramların, ya da akademik kavramların aptala anlatılır gibi anlatılması hoşuma gitmiyor. Sade anlatmak başka şeydir. Ama şimdi ben bunu bir benzetmeyle anlatayım, çok aptalca bir benzetme ama sen ancak bunu anlarsın dediği anda buz gibi soğuyorum yazardan.
Bilgehan Uçak tanıdığımız bir arkadaş, hatta Samos’ta beni ziyaret etti, bu kitabı da bana elden getirmişti. Operada Mücella Suzan. Reşat Nuri Güntekin hakkında bir edebi değerlendirme. Arkadaki ideolojik yapıyı ve Cumhuriyet’in Batılılık, Batılılaşma sorunsalını çok zekice ve geniş kültürle, yumuşak dokunuşlarla güzel anlatan bir kitap. Beğenerek okudum.
Orhan Pamuk, Veba Geceleri. Değerli bir insandır Orhan Pamuk. Yıllardır rastlaşmadığımız halde uzaktan dostluğumuz devam eder. Topluma ve ülkeye, dünyaya ilişkin görüşleri sağlam olan bir insandır. Sonuçta dünyada milyonlarca insan Orhan Pamuk’u çok beğendi. O kadar beğendi ki Nobel ödülü verdiler. Kolay verdikleri bir ödül değil bu. Dolayısıyla saygı uyandıran, saygıyı hak eden bir insan olduğu kanısındayım. Ve fakat romanlarını sevmiyorum. Özellikle bu romanını dayanılmayacak kadar kötü buldum. Bir hayli not da aldım, altını çizerek okudum. Sonuna kadar normalde okumayacaktım, çünkü okunabilir bir roman değil. Ama bir değerlendirme yazısı yazarım diye sonuna kadar dikkatle okudum ve notlar da aldım. Sonra dedim ki, ne lüzumu var? Sevan, bunca insanı kırdın bugüne kadar. Orhan’ı kırmanın ne lüzumu var? Yazmış adam, uğraşmış, çabalamış. Haddizatında romanın yazılış sürecini de yakından izleyen insanlarla muhabbetim var. Büyük bir emekle, zahmetle yazmış. Kalbinden bir şeyler koymuş ortaya. Sonuç? İnsan yok bu romanın içinde. Karton karakterler var. Kulüp adlı televizyon dizisini izlediniz herhalde, o dizide kartondan bir Beyoğlu vardı. O kartondan İstiklal Caddesi’nin önünde gerçekleşiyor her şey. Devamlı aynı cadde, aynı fasat. Kartondan kesme, ama çok ucuza yapılmış, ilkokul müsamelesi seviyesinde yapılmış. Bu da biraz onu hatırlattı bana. Daha fazla bir şey söylemeyelim.
Şükrü Ilıcak, Sevgili Oğlum Garabet, Mekdubun Okudum Ağladım Güldüm kitabın adı. Şükrü bir başka sevgili dostumuz, Atina’da yaşar. İstanbulludur tabii. İlginç bir arşiv geçmiş eline. 1912 ile 1919 yılları arasınnda Kayseri’nin bir köyünde yaşayan Ermeni bir hanımın Amerika’ya göçmüş olan kocasına ve oğluna yazdığı Ermenice harfli Türkçe mektuplar. Çok şeker bir Türkçe. Çok orijinal bir Türkçe. Kitapta o mektupların fotokopileriyle birlikte tam transkriptlerini vermiş. Özgün bir çalışma, keyifle okunacak bir kitap. Bulması çok kolay değil, çünkü hiçbir yayınevinden çıkmadı. Kendisi bastırdı. Ve ancak online sipariş edebiliyorsunuz.
Son olarak sevgili Ramazan Topraklı hocamızın Miryokefalon’un Yeri Isparta isimli eseri. Ramazan Bey Isparta’da oturan emekli hoca bir arkadaşımız. Yıllardan beri yazışırız. Çok tatlı bir insan. İçten ve dürüst bir şekilde bir şeyler yapmaya uğraşan bir insan. Tarihe meraklı, coğrafyaya meraklı, bölgeyi avucunun içi gibi biliyor. Miryokefalon Savaşı vardır 1176 senesinde Selçuklularla Bizanslar arasında. Bunun yeri tespit edilememişti bugüne kadar. Bu yeri keşfettiğini ileri sürüyor. Oldukça kuvvetli edebi, arkeolojik, coğrafi kanıtlar gösteriyor. Tezi şu, Eğirdir Gölü, bilirsiniz, iki parçalıdır, ördek başı gibi bir başı bir de gövdesi vardır. Arada da dar bir boğaz. O dar boğaz 12. yüzyılda karaymış. Yani iki göl ayrıymış ve ortadan bir yol geçiyormuş. Bir köprü varmış orada. Savaşın şu anda sular altında kalmış olan bu köprü mevkiinde gerçekleştiğini savunuyor. Bu tezi kabul ettirebilmek için akademik dünyaya dökmediği çaba kalmadı. Bu da bana özel olarak gönderdiği ithaflı bir kitabı.