Kitap tanıtımları-8
Pazar Sohbeti
17 Ocak 2022
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
“Mark Mazower, The Dark Continent”, yani Kara Kıta. 20. yüzyıl Avrupa tarihinin nasıl bir felaketler çağı olduğuna, insanlık dışı zulümler ve aptallıklar zinciri olduğuna ilişkin karamsar bir yapıt. Mazower iyi bir yazardır. Özellikle Selanik tarihine ilişkin Selanik, Hayaletler Şehri adlı kitabı enfestir. Kendisi de zannediyorum kısmen veya tamamen Selanik kökenli bir insan. Çok insancıl, çok ilginç ve iyi yazılmış bir kitaptı Selanik. Türkçe çevirisi var. Kara Kıta öbürü ayarında değil ama yine okumaya değer bir çalışma. Biliyorsunuz Kara Kıta diye Afrika’ya derler. Özetle bu kitap, bir de dön kendine bak diyor Avrupa’ya.
“J. M. Coetzee, Disgrace”. “Kara Leke” mi desek acaba? Coetzee’nin adı da nasıl telaffuz edilir bilmiyorum. Güney Afrikalı bir yazar, Nobel ödülü aldı. Güney Afrika’da üniversitede hoca iken bir cinsel suçlamayla karşılaşıp üniversiteyi terk etmek zorunda kalan ve bir küçük kasabaya yerleşen bir adamla kızının karşılaşması ve birbirlerini anlamaya çalışmaları sürecine ilişkin bir roman. Aklımda nedense fazla bir iz bırakmamış. Okunur ama bir başyapıt değil.
“Matthew Parris, Scorn”. İstihfaf’tır bunun Türkçe tam karşılığı, “hor görme” de diyebiliriz. Parris İngiliz basınında son otuz yıldır benim en sevdiğim kalemdir. Bana çok uyan bir bakış açısı var. Büyük keyifle ve büyük bir sadakatle izlerim yazılarımı. Son yıllarda yaşlandı. Yazılarının dokusu gevşemeye başladı. Ama 2015 dolayına kadar olan yazıları çok iyidir. Kültürlü, zarif ve eleştirel zeka denilen olağanüstü haslete sahip olan bir insan. Eleştiriyle ve zekayla bakabiliyor yeryüzündeki her şeye, ticari bir ürünün faydasından tut, siyasi olaylara, geziye, kültürel ürünlere kadar. Burada belli ki gel Matthew biraz para kazanalım demişler. İngiliz tarihinden ve edebiyatından unutulmaz laf sokma anekdotları derlemişler. İngilizler o sahada meşhurdur. Gayet kibar bir dille taşı şak diye gediğine korlar, bir daha kendine gelemezsin. Bir tür verbal sadizm. Arada var çok şık espriler, ama kitabın tümü bir yerden sonra kabak tadı veriyor. Matthew Parris’e yakıştıramadım.
“Roger Scruton, Sexual Desire”. Cinsel Arzu. Bu adamın adını aklınızda tutun. Scruton geçen sene öldü. Son kırk yıldır İngiltere’de hiçbir kalıba sığmayan, hiçbir aşirete ve mahalleye mensup olmayan bir düşünürdü. Muhafazakarlara mal edildi ama oralı değil, egemen liberal söylemin çok dışında olduğu için bir yere oturtamadıkları bir yazar. Özellikle mimari hakkındaki yazıları başyapıttır. Modern mimariye şiddetli bir tutkuyla düşman ve bana sorarsanız yüzde yüz haklı o konuda. Bu kitabı cinsel ahlak konusunda. Cinsellik, eşcinsellik, evlilik ve evlilik dışı ilişki vesaire konusunda derin bir tefekkürün eseri olan, modern klişelerin hiçbirine uymayan, şiddetle anti-feminist fakat kadıncı bir düşünür. Kadıncı olmak başka bir şey, feminist olmak bambaşka bir şey, birbirinin zıddı aslına bakarsanız. Pek çok insanı sinirden kudurtacak bir kitaptır. Fakat düşünen ve eleştirel düşünebilen bir insan için hazine değerindedir.
Mary Del Priore ve Renato Venancio, “Uma breve historia do Brasil”. Portekizce. 2018’de benim ortanca oğlanla beraber Brezilya’ya gittik. Ali Nesin’e Matematik Köyü’nden dolayı büyük bir ödül veriliyordu. Ben de yardımcı oyuncu olarak ödül töreninde küçük bir şov yaptım. Gitmişken oğlanla beraber araba kiraladık, küçük bir ülke turu attık. Yolda bir tane Brezilya Tarihi kitabı aradık. Ancak Portekizcesini bulabildik. Ben Latince anlarım, Fransızca bilirim, İspanyolca da iyi kötü bilirim. Bunları bilince Portekizceyi çat pat anlıyorsun. Önce biraz zorlanıyorsun, sonra bak şu şöyleymiş, bu böyleymiş deyip sistemi kavrıyorsun. Kitabın yarısından fazlasını oğlanla karşılıklı okuduk. Ha bak bak şöyle demek oluyor, haa tamam ya diye diye bayağı eksiksiz bir okuma yaptık. Bir Brezilya tarihi kursu almış olduk. Bir ülkeye gittiğin zaman o ülkenin tarihini bilmen lazım. Öyküsünü bilmen lazım. İnsanların kafasında kendilerine ilişkin anlatıyı bilmen lazım ki onlarla anlamlı bir konuda konuşabilesin. Tarihi bilmiyorsan, o ülkenin dedikodusunu yapamazsın.
“C. V. Wedgwood, The Thirty Years War”. Otuz Yıl Savaşları’nın tarihi. Otuz Yıl Savaşları’nı biliyorsunuz, 1618’den 1648’e kadar Orta Avrupa’yı yerle bir etmiş olan korkunç derecede kanlı, zalim, kaotik bir savaş. Öyküsünü oluşturmak neredeyse imkansızdır, çünkü kör döğüşüdür Otuz Yıl Savaşları. Bir konudan çıkar, başka konuya evrilir, araya başka ülkeler girer. Almanya içi bir savaşken İsveç girer devreye, İsveç çıkar Fransa girer. Katolik-Protestan savaşıyken alakasız bir şekilde Katolik Fransa Protestanların yanında savaşır. Bu kör döğüşünü anlamlı ve zarif bir anlatıya dönüştürmek çok büyük beceri ve olgunluk ve vizyon isteyen bir şey. Bu kitap o açıdan gerçekten göz dolduran bir örnek. 1938’de yazılmış, zerrece eskimemiş. Büyük keyifle okudum.
Yıllar önce Otuz Yıl Savaşları’yla şöyle bir tanışıklığım olmuştu. Siyaset teorisi çalışırken hocam Julian Franklin önerdi, Christoph Besold diye bir adamın adı geçiyor, araştırsana şunu diye. Besold meğer 1620’li yıllarda, yani Otuz Yıl Savaşlarının en civcivli döneminde, Almanya’nın bir numaralı hukuk ve siyaset uzmanıymış. Tübingen Üniversitesi’nde profesör. Aradım buldum eserini, 1629 basımı 1100 sayfalık, tuğla gibi bir Latince kitap. Üç ay o kitapla yatıp kalktım ve kırk sayfalık bir makale yazdım. O vesileyle epeyce o dönemin siyasi düşüncesi, fikir tartışmaları, hukuki açmazları konusunda malumat sahibi olmuştum. O yüzden bu kitap bir tür nostalji benim için. Eski mevzuları hatırlattı.