Kitap tanıtımları-3
Pazar Sohbeti
16 Ocak 2022
0:00
0:00

metin

Eric Cline, “The Year Civilization Collapsed”. Milattan önce 1177, Medeniyetin Çöktüğü Yıl. Ne kadar ilginç bir konu! Milattan önce 1177 yılı civarında Deniz Halkları denilen birtakım çapulcular Akdeniz’den zuhur edip Anadolu’da Hitit Krallığı’nı yıktılar, Mısır’ı da yüzlerce yıl sürecek bir karanlığa sürüklediler, Doğu Akdeniz Havzası’nda medeniyeti çökerttiler. Bu konuda ayrıntılı güzel bir şey okumayı ummuştum. Karşıma çıka çıka memur ruhlu bir akademisyenin korkak yazısı çıktı. Falanca yazar demiş ki, fakat filancanın da bu konuda bazı görüşleri varmış da, bilmem ne. Sıkıcı. Kendi fikrini yürütme cüretine sahip olmayan insanlar bence kitap yazmamalı.
Misha Glenny, “The Balkans, 1804-2012”. Balkanların Yakın Çağ Tarihi. Geçen sene Bulgaristan, Makedonya, Sırbistan falanı dolaşırken böyle bir şeye ihtiyaç duydum. Az çok bildiğim konular hepsi de, kuş bakışı bir değerlendirme okumak gereğini duydum. 770 sayfalık koskoca bir kitap. İyi bulmadım bu kitabı. Klişelerden öteye pek geçememiş, kalıp bilgileri sunmuş. Gerçi çok zor bir konu. Bir kere oyuncular çok fazla, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Sırbistan, Bosna, Arnavutluk, Hırvatistan, Karadağ ve Romanya. Hepsi ayrı birer dünya, ayrı birer tarih. Bunları tek anlatı içinde sentezlemek imkansıza yakın bir şey. Daha da vahimi, bu ülkelerin hepsinin modern tarihi bir ulusal anlatının — bir milli mitin yaratılması tarihidir, ve bu anlatıların her biri diğerini yalanlar ve yok sayar. Bu denli çok perspektifli bir hadiseyi, taraflardan birinin veya birkaçının önyargılarına yenik düşmeden anlatmak her babayiğidin harcı değil. Bir de, gitgide farkına vardığım şöyle bir perspektif hatası var bu tür eserlerde. Sahadaki oyuncuların en önemlilerinden biri olan Türkler yok. Onların bakış açısı hiçe sayılıyor. Türkler sadece opak, karanlık bir varlık. Durmadan pislik yapıyorlar, dayak yiyorlar, yine pislik yapıyorlar, yine dayak yiyorlar. Oysa sahadaki oyuncuların en önemlilerinden biri, nüfus açısından bakarsan yüzde kırkı temsil eden Türkler. E, onların kaygıları neydi? Onların derdi neydi? Onlar nasıl düşündüler, insan olarak nasıl bir süreçten geçtiler? Bu konu genellikle böyle lololo deyip geçiliyor. Ama okuyun yani, konuları çok bilmeyen ortalama okur için iyi bir başlangıç metni olabilir.
“Tamim Ansary, Destiny Disrupted”. Alt başlığı “A History of the World Through Islamic Eyes”, İslami bakış açısından dünya tarihi. Tamim Ansary, elit kökenden gelen bir Afganistanlı, Amerikalı, Amerika’da eğitimci olmuş birisi. Cidden kaliteli biri olduğu anlaşılıyor. İslam dünyasının bakış açısından son 100-200 yılın yenilgileri, hayal kırıklıkları, ortalama bir Amerikalı öğrenciye nasıl anlatılır diye düşünmüş. Başlarına neler geldi? Neydiler, ne oldular? Hangi anılarla yaşıyorlar? Bunları enfes bir şekilde, incelikle ve kavrayışla anlatan bir kitap. Popüler bir düzeyde yazılmış, fakat akıl ve zekadan taviz verilmemiş. Adam güzel bir insan, besbelli. Türkiye’de vardır, İran’dan çok çıkar, Afganistan’dan da çıkarmış meğer. Elit tabakadan gelen, Batı dünyasıyla hiçbir sıkıntısı olmayan, fakat kendisinin oraya ait olmadığını içten içe hisseden bir zümredir bu. Aristokrat bir zümre, kusursuz Amerikan eğitimine sahip, sistem içinde gayet rahat yaşamayı bilen, hatta o toplumda sorumluluk mevkilerine gelmiş, ama bir şekilde ruhu başka yerde, başka yerden bakıyor olaya. Güzel bir kitap.
Theeodore Dalrymple, deminki öbür Dalrymple’la akraba değil, başka bir Dalrymple. “In Praise of Prejudice”, Önyargıya Övgü başlıklı bir makale koleksiyonu. Bunu ancak İngilizler başarabilir. Sağ gericiliği entelektüel ve esprili bir düzeyde savunmayı dünyada başaran tek millettir İngilizler. Bu da onun güzel bir örneği.
Leszek Kolakowski, “Der Himmelsschlüssel”, yani Cennetin Anahtarı. Bu Almanca çevirisi, İngilizcesini yıllar önce okumuştum, Berlin’de Almancasını görünce dayanamadım aldım. Aslı Lehçe tabii. KolKolakowski 20. yüzyılın önemli filozoflarındandır. Polonyalıdır. Özellikle Marksizmin düşünsel evrimi konusunda yazdığı kitap bir klasiktir. Benim hocam oldu, Yale’deyken. Erken Hristiyan döneminde tasavvufi, pardon mistik, düşüncenin oluşumu üzerine bir ders vermişti bize. Bu konuyla büsbütün alakasız. Küçük fakat can alıcı bir kitaptır. Allah kavramıyla ahlak teorisi arasındaki ilişkiyi deşen, zeka pırıltılarıyla dolu bir risale. Kafanızı darmadağın edecek olan eserlerdendir. Küçücük bir şey, bulun ve okuyun.
Elif Batuman, “The Idiot”. Batuman Amerika’da yaşayan ve son yıllarda bayağı ses getiren bir romancı, İngilizce yazıyor. 19. yüzyılın Rus romancılarına takmış kafasını, onların gözüyle, ya da daha doğrusu Rus edebiyatı okuyan çağdaş akademi mensuplarının bakış açısıyla bakıyor dünyaya. Bunu daha okumadım. Ali Nesin’in eşi Özlem Beyarslan göndermiş, bir ara okuyacağım. Batuman’ın öbür romanını okumuştum. “The Possessed” ismi. The Idiot da, biliyorsunuz, Budala, Dostoyevski’nin romanı. Bugünün New York’unda geçen bir öykü Dostoyevski’nin aynasından yansıtılmış, öyle diyor kapak yazısı.
Tahmas Kulu Han’ın Tevarihi, yazan Tamburi Harutyun Efendi. 1736 yılında Osmanlı İran Şahı Nadir Şah’a bir elçilik heyeti göndermiş. Nasıl bugün elçilik heyeti gittiğinde iş adamları, gazeteciler falan Cumhurbaşkanı’nın uçağında seyahat ediyorlar, o zaman da elçilik heyetinin yanında bir saz heyeti götürmüşler. Zamanın en iyi tambur sanatçısı olan Harutyun Efendi de onlarla gitmiş. Dönüşünde de maceralarını Ermenice harfli Türkçe bir metinde derlemiş. Bu sonradan keşfedildi, basıldı. Esat Uras adını kullanan şahıs da yeni Türk harflerine çevirerek 1942’de Türk Tarih Kurumu listesinden küçük bir broşür olarak yayınlamış. Benim çok sevdiğim bir ufacık bir mücevherdir. Çünkü 1730’ların gerçek Türkçesi hakkında, konuşulan Türkçesi hakkında elimizde çok az veri var. Osmanlı elitleri yüksek ve yapay bir dille yazmışlar. Halkın anlayacağı bir dille yazMAmaya önem vermişler. O yüzden çok bilmiyoruz, sokakta insanlar nasıl konuşurdu, meyhanede nasıl konuşurdu, bakkallar ve tanbur sanatçıları nasıl konuşurdu. Bu elimizdeki, yüksek Osmanlı eğitimi görmemiş fakat Türkçesi mükemmel olan bir insanın Türkçe yazdığı bir kitap. Bir parça okuyayım.
Yezd’den kalkıp Kerman’a vardık ki on konak, on konak da budur. Hem bu Yezd ile Kerman arasında kum deryası dedikleri vardır ki inceliği ve beyazlığı saat kumu gibidir. Ve bir köyleri vardır ki, yolcular konar. Damlara ve sokaklara bir adam nazar etse, göya kar yağmış sanır. Yol üzerinde bir buçuk iki saat çekecek kadar yerde, kule gibi miller yapılıdır ki, karşına tutar da öyle gidersin. Eğer o milleri sağına veya soluna alır isen, yolu şaşırırsın ve birer ikişer minare derinliği kum ile dolmuş hendekler vardır ki hiç belli değil. Atın ayağı eğer oralara basacak olursa kurtulması muhaldir. Çabalandıkça batar gider. Anın için o milleri yapmışlar. Hem ruzgar estiği zaman ta kulaklarınadek, insan ve hayvan, örtülü suret giyerler. Gözlerine, varak derler, cam gibi bir şey ki, yine o kumdan çıkar, o surete kaplıdır. Surete Diyarbekir’in kırmızı bezi gibi hem ağızlık hem burunluk yapılır. İnsan hayvan sıklet çekmesin diye. Bu sureti hem Yezd’de ve hem Kerman’da iki taraftan da satarlar.
Türkçe. 1736 Türkçesi. Osmanlı eğitimi görmemiş fakat toplumda belli bir yeri olan bir Ermeninin, tanınmış bir müzisyenin yazdığı metin. Sadeleştirilmiş filan değil, orijinal metin. Ermenice harflerle Türkçe yazmış. Hani derler ya, Türkçe diye bir dil yoktu Cumhuriyet döneminde keşfedildi. Nah işte Türkçe!