Kitap tanıtımları-2
Pazar Sohbeti
16 Ocak 2022
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
“Peter Frankopan, The Silk Roads”, İpek Yolları. Alt başlığı “A New History of the World”. Bir başka şahane kitap. Bundan ben çok etkilendim. Son bir yılda fikirlerimin oluşumunda epey rol oynadı. Asya ve Avrupa’nın son iki bin yıllık tarihini Doğu-Batı ticaret yolları üzerinden anlatmayı deneyen bir kitap. Bundan birkaç yıl önce biliyorsunuz Çin’in Belt and Road Initiative adı altında bu yolları yeniden ihya etme projesi çok gündemdeydi. O dönemde yazılmış. Ben çok ufuk açıcı buldum. Peter Frankopan son yıllarda ünlenen bir tarihçi. Oğlum Arsen’in de hocasıydı Oxford’da. O yüzden Arsen’in tavsiyesiyle okudum. İyi ki okudum.
Yine “Peter Frankopan, The New Silk Roads”. Öbürünün devamı. Güncel dönemde, 2015-16-17’de Çin’in Asya’da oluşturmaya çalıştığı yeni ticaret ve diplomasi zincirlerini anlatıyor. Frankopan iyi bir tarihçi, ama iyi bir gazeteci değil diyelim, yetsin.
İlginç olma potansiyeli olan fakat ne yazık ki o kadar ilginç olmayan bir kitap. “Nabil Matar, In the Lands of the Christians”. Gavurlar Diyarında diye çevirmek lazım herhalde. 16. ila 18. yüzyıllarda Avrupa’ya yolu düşen Müslüman Arap seyyahların yolculuk izlenimleri. Bunun zıddı çok yaygındır biliyorsunuz, Avrupalıların Orta Doğu’da, İslam ülkelerinde, Asya’daki gezileri. Bu onun tersi. Müslüman gezince neler görmüş? Türk yok kaynaklar arasında, hepsi Arap, Arapça metinlerden çevirmiş. İlginç bir şeyler bulacağını umuyorsun da, hayır, bulamıyorsun. Bakmışlar ama sadece klişe görmüşler. Gördükleri hep aynı şeyler. Gavurlar domuz yiyor, kadınları açık saçık geziyor, erkekler çok anlaşılmaz bir şekilde kadınlara saygı gösteriyor, şarap içiyorlar. Bir de burada tiyatro denilen, opera denilen acayip eğlenceler var. Orijinal bir gözlem yakalayamadım. Vay canına, bak bu açıdan düşünmemiştim dediğim bir şey yoktu içinde. Ama okumakta fayda var, en azından neleri görmediklerini görmek için.
“Islamic Monuments in Cairo, Caroline Williams”, adlı bir hatunun eseri. Bir el kitabı. Geçen sene Mısır’dayken almıştık. Gayet iyi bir rehber, konularına hakim, tarihten haberdar biri yazar. Kahire’de sonsuz sayıda, sanıyorum İstanbul’dan daha fazla İslam eseri var, camiler, medreseler, saraylar, türbeler, hanlar, hamamlar vesaire. Bunları bilerek, anlayarak gezmek isteyenler için faydalı bir rehber. Bununla epey dolaştık İra’yla Kahire’de.
“Alexander Monro, The Paper Trail”. “Kağıdın İzinde” diyelim. Çin’de ilk icadından son yılların endüstriyel yeniliklerine kadar kağıdın tarihi. Zayıf bir kitap. Bu tür tematik tarih kitapları, çayın tarihi, kağıdın tarihi, at koşumlarının tarihi, gözlüğün tarihi, kemanın tarihi gibi işler çok moda oldu son yıllarda. İlginç bir bakış açısıdır. Tarihe yatay değil, dikey bir bakış gibi değerlendirilebilir, bir fikrin, bir ürünün, bir teknolojinin nasıl geliştiğinin öyküsü. Kağıt da esasen ilginç bir konu. Çin’de keşfedildi, biliyorsunuz. 8. yüzyıl ortalarında Arap dünyasına yayıldı. 9.-10. yüzyıldan sonra Arap dünyasından Batı dünyasına geçti. Öykü cazip. Yalnız bu, biraz çalakalem yazılmış bir tarihçe. Yeterince özgün araştırma yapacak kapasiten veya sabrın yoksa sağdan soldan derlediklerini çalakalem aktarmakla yetiniyorsun, arayı da dolgu maddesiyle doldurup para kazanıyorsun. Birlerinin buna da ihtiyacı var herhalde diyelim.
“Amor Towles, A Gentleman in Moscow”. Roman, Moskova’da bir Beyefendi. Stalin döneminde önce idama mahkum edilen sonra bir şekilde bir büyük bir otelde sokağa çıkmamak üzere mahpus yaşayan bir adamın öyküsü. Fantezi, orijinal, mizahi ögeleri var güzel, vakit geçirtiyor, ama ahım şahım bir şey değil.
“Matt Ridley, The Red Queen”. Alt başlığı “Sex and the Evolution of Human Nature”. Ben çok etkilenerek okudum, çok ilginç buldum. Bir sürü yerde altını çizdim. Ridley bir biyolog, evrim üzerine çalışan birisi. Mevzuu şu: eşeylilik, yani cinsellik, bitki ve hayvanların dişi ve erkek olarak ayrışması, evrimsel biyoloji açısından neye tekabül eder? Neden böyle bir şey oldu? Nasıl bir ihtiyacın eseriydi? Çünkü biliyorsunuz ilk tek hücreli canlılar ve tek hücreliler konfederasyonu gibi olan, mercan gibi, sünger gibi mahluklar eşeysizdir. Dişisi erkeği yoktur. Bazı ilkel bitki türleri de eşeysizdir. Sonra zaman içinde dişi erkek ayrışmış, üreme bu iki farklı türün interaksiyonuna bağlanmış. Bunun işlevi nedir? Nasıl bir etkisi var? Bu konuda çok ufuk açıcı, çok aydınlatıcı bir kitap. Kuvvetle tavsiye ederim.
“God’s Caliph”, çığır açıcı bir akademik makale veya makaleler dizisinden derlenmiş bir kitapçık. Patricia Crone önemli bir Oryantalisttir. Martin Hinds de anladığım kadarıyla onun talebesi veya asistanı. İslam’ın ilk 100-150 yılında İslami siyasi otoritenin ve İslami hukuk otoritesinin oluşumuna dair bir tez, Allah’ın Halifesi. Peygamberin değil, Allah’ın halifesi. Bu konulara ciddi merakı olmayan bir insanın üstünden vız gelip vız geçecek bir kitap. Ama eğer meraklıysanız, biraz da bilginiz varsa çok çarpıcı ve ilginç bir tezdir buradaki. Bir dizi soruyla baş etmeye çalışıyor. Birincisi, halife devleti ne anlamda dini bir devletti? Dini otoriteye hangi açıdan ve nasıl bağlıydı? İkincisi, İslam siyasi yapılanmasının esas özgün yönünü oluşturan özelliği, hukukun kurumsal ve ideolojik kaynaklarının devletten bağımsız olmasıdır. Bu yapı nasıl ve neden oluştu? Ufuk açıcı bir eser, ama herkesin harcı değil.
Stephen Runciman, “The Sicilian Vespers”. Runciman iyi bir Ortaçağ tarihçisidir. Üç ciltlik Haçlı Seferleri Tarihi, kırk sene boyunca o konunun yegane akademik otoritesiydi, artık aşıldı diyorlar. Sıkıcı bir yazardır, detaylarla bayar insanı. Sicilian Vespers dediği olay, 1240 küsur yılında, 1243 galiba, Sicilya Adası’ndaki bütün Fransızların bir gece vakti kılıçtan geçirilmesi. O tarihte Sicilya Fransız Krallığı’na aitti. Püskürtüldüler. Sonraki yüz yıl boyunca İtalya’nın altüst olmasıyla sonuçlanacak bir dizi felakete yol açtı bu olay. Onun hikayesi.
Tarihteki her türlü güç mücadelesi, nasıl örgütlendiler, neler düşündüler, hangi tartışmalar oldu, hangi sonuçları aldılar. Bunlar her zaman ilginçtir. Kahvehane dedikodusu dinlemek kadar ilginçtir. Çünkü dedikodu da sonuçta daha küçük bir ölçekte siyasi analiz egzersizidir. Falanca karısıyla niye kavga etti, öteki berikine ne dedi, niçin dedi, neden küstü, kim bu hadiseyi nasıl anlatıyor, kimin anlatısına güvenilir, anlamaya çalışır insanlar. Tarihteki olayların hepsi, doğru analiz edilirse, olağanüstü kompleks olaylardır. Bu olaylarda rol alan insanların kaygıları, düşünceleri, bağlantıları, mecburiyetleri, yanlışları, doğruları, ahlaki sıkıntıları, bunları analiz eden her türlü çalışma bana ilginç geliyor. İnsan denilen mahluku anlamak açısından çok değerli geliyor. 1243 senesinde Sicilya’da olan olaylar değil mühim olan. Tarihteki herhangi bir olay, iyi bir kafa tarafından analiz edildiğinde insanın gözleri önünde perdeler açar.
Christopher de Bellaigue, “The Islamic Enlightenment”, İslam Dünyasında Aydınlanma. Bir başka şahane kitap. Bellaigue gazeteci olup sonradan tarihçi olan biri. Daha önce Türkiye’de bulundu. Varto hakkında çok güzel bir kitap yazdı. O da okumaya değer. Bu kitabı ise özellikle okumaya değer. Günümüzde ısrarla pompaladıkları, İslam geridir, İslam aptaldır, İslam çağdaş dünyaya ayak uyduramaz, zaten hepsi sakallı mücahit söylemine karşı şunu anlatıyor. 19. yüzyılda İslam dünyası, özellikle üç önemli merkez, İstanbul, Mısır ve İran, modern dünya ile karşılaştıklarında, bu dünyaya ayak uydurmak için olağanüstü bir çaba gösterdiler. O dünyanın püf noktalarını keşfetmeye ve gerekirse o dünyanın kültürünü, kurumlarını, siyasi yapılarını kendilerine adapte etmeye seferber oldular. Mısır’da Mehmet Ali Paşa ile başladı. Mısır’ın fikir insanları bu muammayla başa çıkmak için büyük bir vicdani ve entelektüel mücadele verdiler. Peşinden Osmanlı Devleti’nde Namık Kemal’lerden Tevfik Fikret’lere kadar, Halide Edip’lerden Atatürk’e kadar, bu konuda büyük bir gayret gösterildi. İran Türkiye’den bir müddet daha sonra fakat bir dönem belki Türkiye’den daha radikal bir şekilde Batılılaşma işine girdi. Niye başarılı olamadı bu çabalar? Neydi bu süreci akamete uğratan ve 1970’lerden 80’lerden bu yana İslam dünyasının içinde bulunduğu derin krizi yaratan? Bu soruları sormadan sanırım çağdaş dünyada İslam’ın yeri konusunu çözemezsiniz. Özetle, güzel bir kitap. İki defa okudum, hatta bir keresinde yağmurda kaldı, ıslandı. O yüzden böyle şişti. Bir yenisini alıp baş köşeye koymaya değer eserlerden.
Giorgi Kazbegi, Bir Rus Generalinin Günlükleri. Nihayet bir tane Türkçe kitap. Türkçeler aşağıda üçüncü rafta, bu araya karışmış sanırım. 1878 yılında o zamanlar henüz general olmayan Kazbegi üç ay Osmanlı Gürcistan’ını dolaşmış. Şavşat’tan girip, Artvin ilini baştan aşağı gezmiş, Hopa’dan Batum’a çıkmış. Güzel gözlemlerle dolu, çok bilgi veren, özellikle köy isimleri konusunda bana çok yardımcı olan bir kitap. Rus generali ifadesini şöyle düzeltmek lazım: Rus ordusunda görevli bir Gürcü aristokratı, fakat köken itibariyle Oset. Adı Gazi Bey’den gelme. Kompleks bir çoklu kimlik vakası. Geçen sene Gürcistan’a gittiğimizde Kazbek Dağı’ndaki Stepanstsminda kasabasında iki gün kalmıştık. Orada bu vatandaşın kuzeni olan ünlü bir yazarın da anıt-heykeli vardı. Kazbegiler o bölgenin beyleri. Gürcistan Rus yönetimine girince, Rus hizmetine girmişler. Beğenerek okudum.
Daniel Dennett, “Consciousness Explained”, “Bilinci Açıklıyoruz” diye çevirelim ki reklam sloganı aroması hissedilsin. Dennett son yılların önemli düşünür ve filozoflarından biri. Dawkins’le birlikte Yeni Ateizm akımının sözcülerinden biri oldu. Felsefeyi biyolojiyle ve evrim olgusuyla harmanlamaya teşebbüs etmesiyle tanınıyor. Bu kitap da son yılların en önemli popüler bilimsel yayınlarından biri sayılıyor. Son 20 yılda mainstream haline gelen bir bakış açısının en derli toplu sunumu sanırım. Fikir şu: İnsan bilinci pasif olarak dünyayı algılayan bir mekanizma sanılır. Oysa hiç öyle değil, ayrıntıya indiğinde bambaşka bir süreç görürsün. İnsan bilinci aynı anda birçok platformda sorular yöneltip, gelen tepkileri hazır bilgileriyle harmanlayan bir yapı. Bu da bilincin nasıl işlediğine dair bize hakikaten yeni bir bakış açısı sunuyor. Fakat demin Sapolsky ile ilgili söylediğim burada da geçerli. Karanlıkta ıslık çalıyorlar. Çözemediğimiz ve belki de çözülemez olan birtakım problemleri sanki çok çok çok anlatınca çözmüş oldukları zehabına kapılıyorlar.
Richard Dawkins, “Brief Candle in the Dark”. Dawkins fikirleri ile beni etkileyen fakat kişiliğinden hazzetmediğim bir vatandaş. Biyolog, son yıllardaki Yeni Ateizm dalgasının bir tür peygamberi. Bu da onun otobiyografisinin ikinci bölümü. Birinci bölümü yıllar önce okumuştum. Öykünün bu yerine gelince artık adam dünyaca tanınıyor, konferanstan konferansa, ödülden ödüle koşuyor. Karşı çıkmaya cüret edenleri elinin tersiyle sinek gibi eziyor. Aşağı yukarı her sayfada bir kez daha öğreniyoruz ki kendisi çok akıllı biri, çok çok başarılı biri. Müthiş başarılı biri. Zaten başarısını tüm etkili ve yetkili insanlar teslim etmiş. Etmeyenlerin ise cahil birtakım böcekler olduğuna şüphe yok. Oligarşik kibir mi desek, bilemedim. Yalnız adamın bireysel kibri değil mesele. Sınıfsal bir kibir var. Ben üstünüm çünkü biz üstünüz diyor.
Bill Bryson, “Seeing Further”. Alt başlığı “The Story of Science and the Royal Society”. Bryson benim sevdiğim bir yazar. Çok neşeli, şeker bir adamdır. Bilgi ile dolup taşan güzel ve eğlenceli kitapları var. Bu benim Bryson’dan okuduğum altıncı veya yedinci kitap. Ve maalesef, başka okumayayım artık dedirten türden. Hazır kitaplarım satıyor, bunu da araya sokalım mantığıyla yapılmış alelacele bir derleme. Daha doğrusu, anladığım kadarıyla yayınevi toplu bir para almış İngiltere’deki Royal Society hakkında bir reklam derlemesi yayınlamak için, Bryson da tanınan bir isim olduğundan önsözü ona yazdırmışlar, kapağa da onun adını koymuşlar.
Royal Society dediğimiz 17. yüzyıldan beri var olan bir kuruluş, bilimsel araştırmaları geliştirme ve teşvik etme amacıyla kurulmuş bir özel cemiyet, yani bir vakıf. Devletle alakası yok. Uzun süre bilimsel araştırmanın bir tür ruhban sınıfını oluşturmuş. 17., 18. hatta 19. yüzyıllarda bugün hayatımızda önemli rol oynayan keşiflerin birçoğunun ortaya çıkmasında büyük rol oynamış. Mesela Newton’ı finanse etmiş, desteklemiş, eserlerini ilk kez yayınlamış. Mesela ben şunu görmek isterdim. Bilimin amatör bir uğraş olduğu çağlarda bu kuruluşun işlevi olağanüstüydü. Peki bugün bilimin trilyon dolarlık bir devlet işletmesi haline geldiği bir çağda hala o fonksiyonunu sürdürüyor mu? O soru yok bunda. Sadece reklam yazıları var.
“Kazuo Ishiguro, The Remains of the Day”. Günden Kalanlar. Bundan yine bir sohbette söz ettiğimi hatırlıyorum. Çok güzel bir roman. Çok duyarlı, çok ince hassas noktaları deşen bir kitap. Hafızaya dair bir roman. Daha doğrusu geçmişteki hata ve günahların anısının bastırılması ve unutulması ve unutturulması süreci hakkında bir çalışma. Filmi de var Anthony Hopkins’li ve çok iyidir.
“Paul Auster, The New York Trilogy”. New York hakkında üç kısa romandan oluşan bir kitap. Paul Auster, postmodernizmin baba isimlerindendir. Bir çağı belirleyen yazarlardandır. Ben nefret ediyorum postmodern romanlardan. Postmodern romanın özeti şudur: İnsan hakkında ve toplum hakkında hiçbir şey bilmiyorum, bilmeme de gerek yok. İnsanların ruhu, insanların psikolojisi, insanları eyleme sevk eden güdüler konusunda sıfır numara cahilim. Şimdi okuduğumuz ucuz romanlardan ve Hollywood senaryolarından devşirdiğimiz temalarla bir öykü kurgulayalım ve sanki gerçekmiş gibi bunu anlatalım. Bak ne kadar akıllıyım! Budur özeti postmodernizmin. Paul Auster bunun aşırı bir örneği. Bir tür detektif romanı anlatıyor ama romandaki her olay imkansız, gerçek dışı şeyler. Ay ne kadar akıllıyım, olmayacak şeyleri olmuş gibi anlatıyorum, siz de bunu yiyorsunuz! Buradan Orhan Pamuk’a doğrudan bir hat vardır. Bu tarzı sevmiyorum. Bu tarzı şımarık ve dünyadan kopuk bir şehirli jenerasyonun hezeyanları olarak değerlendirmeyi tercih ediyorum. Edebiyatın ölümüdür postmodernizm.
Lou Ureneck, “Smyrna September 1922”. Eylül 1922, İzmir. Bir başka berbat kitap. Batı dünyasında bilinen bir anlatıyı çok ayrıntılı olarak yeniden anlatmış. Söyledikleri olgusal anlamda doğru şeyler. Türk ordusu İzmir’e nasıl girdi, şehir nasıl yağmalandı, nasıl yakıldı, Rumlar nasıl denize döküldü, gemilere sığındılar, kaçtılar, kahraman Amerikalılar da onlara yardım ettiler. Tipik bir Hollywood anlatısı. Mavi Ceketliler yetişir, kahramanlarımızı hain Kızılderililerin elinden son anda kurtarır. Anlattığı olgular yanlış değil. Gazete alıntılarıyla, aşiv belgeleriyle, oradan yazılan mektuplarla filan bayağı da destekleniş. Tek yanlılığı insanı sinirlendiriyor. Türkler bir doğa afeti, salt kötülük olarak öyküye akıyorlar. Asya’nın karanlık çukurlarından çıkıp İzmir’i fethediyorlar, insanları kesip biçiyorlar, hamile kadınları çoluk çocuğu doğruyorlar, sonra da şehri yakıyorlar. Doğru mu, doğru. Böyle olmuş. Ama neden olmuş? Bu olayın bir başka tarafı yok mu? Yazarın amacı olayları anlamak mı, okurda belli bir duygusal tepki uyandırmak mı? Bu Hollywood söylemi, bu ucuz propaganda dili insanı rahatsız ediyor.
“Otessa Moshfegh, Eileen”. Amerika’da doğup büyümüş İran asıllı bir yazar. Roman fena değil, yarısına kadar güzel okunuyor. Fakat bir problemi var. Müşfik Hanım Amerikalı olmaya çalışmış, çok çalışmış. Bir Amerikan romanı yazmaya gayret etmiş. İyi başlamış, bir kadının psikolojisini, başına gelen olayları çok incelikle anlatmaya başlamış. Sonra her romanın sonunda mutlaka bir heyecan hikayesi olmalı, kaçırma, cinayet, polis falan. Sonuna kadar okudum galiba da son kısmını biraz sıkılarak okudum.
Yannis Varoufakis, “And the Weak Suffer What They Must?” Sonunda soru işareti var. “Altta Kalanın Canı Çıksın Mı?” diye mi çevirsek, soru işaretiyle? Varoufakis’i biliyorsunuz, Syriza hükümeti ilk kurulduğunda, Yunanistan’ın Maliye Bakanı olmuştu. Avrupa Birliği’ne karşı bir ihtilal, bir direniş, bir barikat, hatta bir Fransız ihtilali başlatmayı tahayyül etti. Bir gün Avrupa Birliği yöneticileri Başbakan Çipras’ı çağırdılar, ona bazı hakikatleri hatırlattılar, amiyane tabiriyle babayı gösterdiler, o herifi at yanından dediler. Adam süklüm püklüm çıktı toplantıdan, yakın dostu olan Varufakis’i kovmak zorunda kaldı.
Yannis’i şahsen tanımıyorum ama onun muadili birçok insanla tanıştım. 1980’lerde Amerikan üniversiteleri doluydu bu tiplerle. Yunan entelektüeli, Marksist, ekonomi okur, tüm dünya hakkında cesur ve iyimser fikirlerle doludur, sıkı parti yapar, kızlara çok caziptir. Bu kalıba uyan on on beş kişi tanıyorum; hepsi sonradan Amerika’da profesör oldular ya da Dünya Bankası’nda işe girdiler. Yanis de profesör oldu Texas’ta. Kalbi doğru yerde olan bir insan, fakat şeyi hissediyorsun: Bir cam tavan var. Hah, şimdi anlatmaya başladı dediğin noktada gelip tıkanıyor, bir noktanın ötesine geçemiyor. Yetersiz kalıyor. Bunu hissettim burada. Zeki bir insan. Çağdaş dünyanın ekonomik sömürü düzeni konusunda güzel sözler söyleyen ve yeterince orijinal olmayan biri.
“Ruchir Sharma, The Rise and Fall of Nations”. Ulusların Yükselişi ve Düşüşü. Ruchir Sharma Hindistan asıllı, Amerika’da uzun süre bulunmuş bir yatırımcı. Finans dünyasında büyük paralar kazanmış, dünyanın en zenginleri arasına girmiş. Dünya siyasetini ve sosyal olayları bir yatırımcının gözüyle, bir finans spekülatörünün gözüyle değerlendirmek ilginç geldi bana. Bir yerden sonra sıkıldım bıraktım ama büyük kısmını okudum kitabın. Olayı ahlaki, siyasi, tarihi boyutları falan, bunları boşver, para açısından değerlendir diyor. Önümüzdeki üç yılda, beş yılda hangi ülke yükselir, hangi ülke düşer? Bu açıdan bakıyor. Nereye yatırım yapsam para kazanırım diye bakıyor. Bu bakış açısını da bilmek lazım, değil mi? Çünkü dünyayı yöneten bakış açılarından biri bu.
“Oxford Dictionary of First Names”. Kişi adları sözlüğü. Burada olmaması lazım, bu kitabın öbür rafta olması lazım bütün bu konudaki kaynak kitaplarımla birlikte. Tabii Adlar Sözlüğü’me çalışırken bunu da kullandım. Çok başarılı bir kitap olarak görmedim. Sanırım vasatlardan oluşan bir komite derlemiş, pazarlama açısından Oxford adını kullanmışlar. Bu arada belirteyim, yakında Oxford’un Soy Adları Sözlüğü çıkacak. Onun Türkçe Soyadları bölümünü ben yazdım. Kısa bir yazı, üç sayfalık bir şey. Türk adları ve soyadları konusuna genel bir bakış.
Clarendon, “The History of the Rebellion and Civil Wars in England”. Mühim bir kitap, demin sözünü ettiğim konu, tarihe içeriden bakış. Clarendon Kontu İngiliz ihtilalinin tarihçisi. 1648’de devrilip idam edilen 1. Charles’ın yakın adamlarından biriydi. Kralın oğlu 2. Charles Fransa’ya kaçıp on iki yıl boyunca orada sürgün hayatı yaşadığında, onun baş danışmanı ve sağ kolu oldu. Onun anılarıdır bu. Aslı altı veya sekiz kalın ciltten oluşan hayvani bir eserdir, bu gördüğünüz oradan seçmeler. 17. yüzyıl İngilizcesi genellikle çok sert ve yontulmamış bir dildir, 18. yüzyılın cilalı zarafetinden henüz çok eser yoktur. Ona rağmen baştan sona okudum bunu. Şu açıdan cazip buldum. Büyük tarihi olayların içinde, o olayların başrolünü oynayan kişiler, nasıl bir dedikodu, çekişme, çekememezlik, kişisel problemler, ekonomik sıkıntılar prizmasından görmüş olayları. Kral bana dedi ki, ama ben onu yanlış anladım da, çok alındım küstüm bunun üzerine, falanca bey bana geldi dedi ki, vesaire, o düzeyde anlatılmış bir hikaye. Mutfağını görüyorsun tarihin. Tarihin ıcık cıcığını görüyorsun. İnsanlar nasıl tarih yapar meselesini inceliyorsun. Müthiş.