Kitap tanıtımları-1
Pazar Sohbeti
16 Ocak 2022
0:00
0:00

metin

Samos'taki evimden ayrılırken geride bıraktığım kitaplarımı tanıtan bir yayının ilk bölümü. 2017-2021 döneminde edindiğim ve çoğunu okuduğum kitaplar, rastgele sırayla tanıtıldı.
Kaplan Postundaki Adam. Gürcü Ortaçağ edebiyatının şaheseridir. Bir romanstır, yani bir şövalye öyküsüdür. Tipik İran anlatı geleneğinden beslenir. Yani aslında daha geniş bir anlamda İran edebiyatının bir parçası sayılabilir. Bunu yıllar önce okumuştum. 1990 veya 1991’de Kafkasya hakkında bir kitap yazmayı düşünürken elime geçeni okumuştum. Etkileyici bir öyküdür. Ortaçağ olduğuna bakmayın. Geçen sene Gürcistan’a gittiğimizde böyle güzel bir İngilizce edisyon buldum. Hemen kaptım, lazım olur günün birinde diye.
“Historischer Weltatlas”, Almanca tarih atlası. Hayatta vazgeçemediğim şeylerden biri. Yaşamımın çoğu döneminde özellikle tuvalette otururken mutlaka tarih atlası bulundurdum ki rastgele içinden bir sayfa açıp detaylar içinde kaybolayım. Şahane bir şeydir iyi bir tarih atlası ve en güzel tarih atlaslarını her zaman Almanlar yapar.
“Violet Muller, The Map of Knowledge”. Bilginin haritası. Etkilenerek ve beğenerek okudum bu kitabı. Son yıllarda aklımı çok meşgul eden bir konuyu iyi bir tarihçi olarak deşiyor. Antik Çağ bilgileri — Eski Yunan ve Roma dünyasının matematik konusunda, tıp konusunda, coğrafya konusunda, teknoloji konusundaki bilgileri modern dünyaya tam olarak nasıl aktarıldı? Hangi kütüphanelerden, hangi kitaplardan, hangi kişiler vasıtasıyla? İstisnasız hepsi İslam dünyası vasıtasıyla geçmişler. Hangi kitap, hangi kütüphanede saklandı? Arapçaya nasıl çevrildi, ne zaman çevrildi? O metin hangi şehirdeydi, o şehirden öbür şehrin kütüphanesine nasıl ulaştı? Oradan Avrupa’ya nasıl geçti? Bu konularda çok detaylı, çok somut ve çok keyifli yazılmış bir araştırma çalışması. Okumaya değer kitaplardan.
“Hanno Walter Kruft, Geschichte der Architekturtheorie”. Mimarlık Teorisi Tarihi. Tam Alman usulü, ağır akademik, çok ayrıntılı, çok çok ağırbaşlı bir kitap. Küçük hurufatla ve bol dipnotuyla 690 sayfa kadar. Yarısına kadar okumayı başardım. Rönesans İtalya’sından başlatıyor. O dönemin teorik literatürü, o dönemin tartışmaları: İyi bir bina nedir? Mimarinin iyisi kötüsünden nasıl ayırt edilir? Mimari neyi hedeflemelidir? Esaslı bir derleme. Bunu okurken aklıma takılan konuyu şöyle özetliyeyim size. 16. yüzyılın mimarlık anlayışı ve genel olarak kültür teorisi feci surette Selefi bir teoridir. Bugünün dünyası yozdur, ahlaken ve estetik açıdan yanlıştır; doğruyu bulmak için Antik Roma’ya dönmeliyiz diyen bir anlayış. Ki, bugünkü İslam dünyasındaki Selefilerin söylediği de özetle bu. Ecdada dönmeliyiz. Hayrettir ki, ecdada dönüyoruz teranesiyle tarihin en orijinal, en çarpıcı, en yeni kültürel üretim dönemlerinden birini açmışlar. Adamların amacı eski Roma’yı yeniden canlandırmak, bir de bakmışsın ki yeni Roma kurulmuş. Eskiyi ararken bambaşka bir şey çıkmış ortaya. Bu da çağdaş İslami tartışmaları değerlendirirken aklınızda bulunması gereken enteresan paradokslardan biri.
“William Dalrymple, The Anarchy”. Bu kitaptan daha önce söz ettim sohbetlerimde. Dalrymple iyi bir yazardır, bütün kitapları okumaya değer. Bu kitap Hindistan’daki İngiliz egemenliğinin ilk dönemini anlatıyor, 1730’lardan 1850’lere kadar olan 120 yıllık dönem. Bilirsiniz, bu dönemde Hindistan’ı sömürgeleştiren İngiltere Devleti değildi, Britanya Krallığı değildi, özel bir şirketti. East India Company, yani Doğu Hindistan Kumpanyası, ticari bir şirket. Herhangi bir kamusal sorumluluğu olmaksızın kendi imparatorluğunu kurdu Hindistan’da. Bunun korkunç sonuçlarını, adım adım çıkmaza saplanışını, tam çökmek üzereyken 1850’lerde İngiltere Devleti’nin müdahale etmek zorunda kalmasını, Kumpanyanın yüzüne gözüne bulaştırdığı imparatorluğu kurtarmasını anlatmış kitap. Bugünün dünyasıyla çok ciddi bir bağlantısı var. Bugün de dünyadaki devletlerin pek çoğunun boyunu aşan bir dizi özel firmanın fiilen ülkeler yönetme, milyonlarca insanın yaşamını belirleyecek kararlar alma gücünü kazandığını görüyoruz. Bu firmaların yasayla tanımlanmış yegane meşru amacı para kazanmaktır. Başka bir sorumlulukları yoktur, başka bir mecburiyetleri yoktur. Aksine para kazanmayı göz ardı edip başka hedeflerin peşine düşerlerse kanunen sorumlu olurlar. Bu şirketlerin bu derece güçlenmesi ve dünya siyasetini belirleme noktasına gelmeleri ne sonuç verir? O konuyla da ilgili çok güzel bir kitap bu.
Profesör Apostolos Vakalopulos, “The Greek Nation”, 1453’ten 1669’a kadar Osmanlı egemenliği altında Yunan ulusunun tarihi. Bir millet olarak varlıklarını yabancı boyunduruğu altında nasıl sürdürdüler? Tamamen kalıplaşmış Yunan ulusal görüşleri doğrultusunda bir akademik çalışma. Şimdi bu bakış açısı, Yunan milli bakış açısı, tıpkı Ermeni milli bakış açısı gibi, tıpkı Bulgar ve Sırp milli bakış açıları gibi, Türkiye’nin resmi tarih anlatısıyla yetişmiş, onun içinde boğulduğunu hisseden biri için, ilk okuyuşta bir umut ışığı gibi parlar. Bunlarla tanıştığınız zaman, vay, bir de bu bakış açısı varmış duygusuyla uyanırsınız, aydınlanırsınız. Yepyeni ayrıntılar, yeni analiz çerçeveleri edinirsiniz. Bu literatürü yeterince tanıdıktan sonra bu sefer tersine uyanış başlar. Dehşetli dar ve önyargılı, saplantılı bir bakış açısı olduğunu fark edersiniz. Resmi Türk bakış açısından hiç büyük bir farkı olmadığını anlamaya başlarsınız.
Bu kitabı yıllar önce okumuştum. Ucuz kitap satan bir yerde görünce dayanamayıp aldım, baştan okudum. Şu duygunun şiddetle nüksetmesine sebep oldu. Tarih yazımı bir anlatı inşa etme sanatıdır. Kendi içinde tutarlı, sağlam ve iyi düşünülmüş birtakım neden-sonuç ilişkileri üzerinden bir öykü anlatma macerasıdır tarih yazımı. Çok iyiyse eğer tarih yazımı, bunun farkına varmazsın. Adam bana masal anlatıyor duygusunu yaşamazsın.. Ama daha kısıtlı bir ideolojik bakış açısından yazılmışsa çok feci batar insana. Bu işte ikinci tür bir kitap. Yine de oldukça ilginç bilgiler var içinde. İstifade ettim. Hatta bir iki blog yazısında buradan edindiğim bilgileri paylaştım. Mesela özellikle 16. yüzyılda gayrimüslim nüfusun ovalardan kaçıp dağlara yerleşmesi öyküsü az bilinen ve az anlatılan bir hikayedir. Oysa Türkiye’nin tarihini anlamak açısından değerli bir bilgi.
“Robert Sapolsky, Behave”. Çok övülen, göklere çıkarılan bir kitap. İki, üç ayrı vesileyle başladım, üçte birine kadar okuyabildim, devamını okuyamadım. İnsan davranışlarını, özellikle insanın ahlaki davranışlarını, yani “şu eylem doğrudur, şu eylem yanlıştır, o halde şöyle davranmalıyım” formülüne oturan davranışları nörolojik açıdan, yani beyindeki devreler ve işlemler açısından değerlendiren bir kitap. Bu çaba bana biraz karanlıkta ıslık çalmak gibi geliyor. İnsan bilincinin, maneviyatının diyelim, vicdanının diyelim, anlaşılmaz bir boyutu var. Çözümlenemez bir yanı var. Evet, nöroloji konusunda, beyin mimarisi konusunda son otuz kırk yılda müthiş adımlar atıldı. Çok şey keşfedildi. Bariz bir şey ki, beyindeki fiziksel süreçler, kimyasal ve elektriksel süreçlerle insanın davranışı arasında yakın ve derin bir bağ var. Fakat bu bağın niteliği konusunda hala çok karanlıktayız. Ve “Ohoo, biz biliyoruz, bilim bu işleri çözdü artık” diye konuşanlar çok fazla konuşuyorlar. O kadar çok konuşuyorlar ki, bu kadar çok konuşarak neyi saklıyorlar duygusuna kapılıyorsun. Geveze insanlar inandırıcılıklarını kaybederler biliyorsunuz. Bu da böyle.