Kanape ile kanepenin farkı nedir
Pazar Sohbeti
13 Mart 2022
0:00
0:00

anahtar kelimeler

metin

Nişanyan Sözlük ilk 2002 yılında yayınlandı. Üzerinde yoğun olarak çalışmaya 1998’de başlamışım. O günden 2019’a dek, dört beş büyük dalga halinde çok sıkı bir şekilde çalıştım. Son yıllarda çok vakit ayırmıyorum sözlüğe. Ancak bir yerden bir şey aklıma takılırsa, yeni bir makale okursam ya da yeni bir ilginç bilgi gelirse, o zaman girişiyorum.
Bu yılbaşından birkaç gün sonra sözlüğün web sitesine yeni bir özellik ekledik. Sözlükte yaptığım her türlü edit, her türlü düzeltme ve ekleme otomatikman kullanıcıya yansıyor. Sürekli akan bir liste halinde düzeltmeleri görüyoruz. İnanılır gibi değil, insan farkına varmıyor, yılbaşından bu yana 200’den fazla düzeltme yapmışım. Son bir sene içinde 3000 taneden fazla düzeltme, ekleme, yenileme, yeni bilgi, ek not vesaire eklenmiş.
Rastgele birkaçını size anlatayım. Böylece her gün durmadan Ukrayna savaşından söz etmemden sıkılanlar da bir nefes alma imkanı bulur.
<break time="0.5s" /> ““KANEPE”” <break time="0.5s" /> kelimesine 1851 tarihli bir örnek bulmuşum. Bulabildiğim en eski örnek bu. Vartan Paşa’nın Akabi Hikayesi isimli romanında kanepe geçiyor. Kanepe, alafranga bir icat. Alaturka usul düz divan yerine arkalığı ve kolçağı olan bir tür divan. Fransızcadan alınma bir kelime. Tanımadığım biri beni uyarmış ki, 1786 tarihli bir el yazmasında da kanepe geçiyor. Bu bilgi ilk tespit tarihini 65 yıl kadar geri götürüyor.
Bu vesileyle belirtmiş olalım, 1850-60’lardan sonra Osmanlıca yazı üretimi çok hızlanır, matbaa yaygınlaşır, gazeteler topluma mal olmaya başlar, çok sayıda kitap, roman, tiyatro, ıvır zıvır, broşür, risale, siyasi deklarasyon yayınlanır. Günümüzde bunlara ilgi yüksek olduğu için de o döneme ait çok malzeme bulmak mümkün. 1850’lerden önceki 150 yıl ise tam bir karanlık çağdır. Hiç malzeme yok. Bugün ilgi gören ve yayınlanan yazılı metin de çok az. Dolayısıyla 1850’den pat diye 1780’lere sıçramak, beklenmedik bir hadise değil.
Fransızcası biliyorsunuz bunun kanapedir iki kere a ile. Türkçe’de 1960’lara kadar yazım standardı buydu. Eski gazete arşivlerini çek ediyoruz, 1960’ların sonlarına dek hep kanape yazmışlar. Türk Dil Kurumu sözlüğü 1955 baskısında ilk kez e ile kanepe yazımını tercih etmiş.
Bir başka detay dikkatimizi çekebilir. Türkçede iki anlamı var kanape veya kanepe kelimesinin. Bir divan demek, yani alafranga bir mobilya. Türkiye’de batılılaşmanın simgelerinden biri olan bir mobilyadır. Geleneksel Türk ev düzeninin dışında olan, yabancıdan gelen bir yeniliktir, bir modernleşme hadisesidir. İkincisi, kanape küçük boy kokteyl sandviçlerine verilen isim. Üstüne kürdan sokulur hani. Ne ilginçtir ki Türkçe genel kullanımda sandviç anlamında kanape, çoğu zaman a ile yazılıyor. Buna karşılık oturak çeşidi olan kanape, e ile kanepe diye yazılıyor.
Bunlar bir dilin mikro kuralları. Herhangi bir ihtiyaca binaen oluşmuş şeyler değil bunlar. Bir şekilde, kullanımda böyle oturmuş. Kural öyle olmuş. Kanape desen sandviçtir, kanepe desen koltuktur.
Düşünün ki ortalama bir insan, herhangi bir dili iyi bilen, düzgün konuşan bir insan buna benzer nereden bakarsanız bir milyona yakın kuralı kafasının içinde tutuyor. Ve bunları ihtiyaç oldukça kullanabiliyor. Nasıl dehşet verici bir rakamdır bu? Doğrusunu isterseniz düşünmesi bile zor.
<break time="0.5s" /> ““ÖGE”” <break time="0.5s" /> kelimesine değinmişim. Yumuşak g ile öğe yazılıyor genellikle. Ben şahsen g ile yazmayı tercih ediyorum, çünkü /öe/ demek bana zor geliyor. Öge Yeni Türkçe bir kelime, yani Dil Devriminin ürünü olan sözcüklerden. Ög, Eski Türkçede anne demek, öksüz kelimesinden tanıyoruz. Öge kelimesinin de bununla alakalı olduğuna ilişkin spekülasyonlar var piyasada, onlara istinaden ög — öge bağlantısını soru işaretiyle vermişim.
Oysa işin gerçek öyküsünü Hasan Eren, eski Türk Dil Kurumu başkanı, bir makalesinde kısaca anlatıyormuş. Onu okuyunca mesele anlaşıldı. Öğe ve üye kelimeleri ilk kez 1934 yılında birbirinin eşdeğeri olarak, her ikisi de uzuv anlamında önerilmiş. Yani kol ve bacak, insan bedeninin eklenti organları. Her ikisi Rus Türkolog Radlof’un Türk diyalektleri sözlüğünden alınmış. Radlof bu kelimeleri bugünkü Uyguristan’da yani Çin’in Xinjiang eyaletinde, Tarançi lehçesi denilen lehçeyi konuşan insanlar arasında tespit etmiş. Üye veya öğe, ikisi aynı kelime, aynı kelimenin farklı yazımları, uzuv yani kol bacak anlamında. 1934’te bu şekliyle önermiş Türk Dilini Tetkik Cemiyeti. Ertesi yıl, Dil Devrimi’nin resmi belgesi olan Cep Kılavuzu yayınlandığında iki kelime ayrılmış. Üye ayrı kelime, öğe ayrı kelime olarak önerilmiş.
Arapçada uzuv demek, kol bacak demek. Bunun Arapça çoğulu aza ise, geç devir Osmanlı dilinde herhangi herhangi bir heyetin, komisyonun mensubu olan kişi anlamında kullanıldı. Bunlar aynı kelimenin tekili ve çoğulu. Yeni Türkçede ise aynı kelimenin iki ayrı yazımı olan öğe ve üye ikiye ayrılmış. Öğeye uzuv anlamı verilmiş, üye ise aza anlamında yerleşmiş. İkisinin de Türkiye Türkçesinin mevcut kelime hazinesiyle bir bağlantısı yok. Çin’deki birtakım Türk topluluklarında kullanılan, kökeni bilinmez bir kelime, Yeni Türkçede ikiye bölünerek iki ayrı kelime olarak benimselmiş.
8 Martta <break time="0.5s" /> ““DEVRİM”” <break time="0.5s" /> kelimesinde düzenleme yapmışım. Daha önceden bunun farkına varmıştım da, sözlükte belirtme gereğini duymamıştım. Bir arkadaş uyarınca ekledim. Devrim Türkiye Türkçesinde Dil Devriminden önce var olan bir kelime. Şemsettin Sami’nin 1900 tarihli Kamus-ı Türki’sinde, Ahmet Vefik Paşanın 1876 tarihli sözlüğünde mevcut devrim. Fakat bugünkü anlamında değil, çevrim anlamında kullanılan bir kelime. Türkçe halk ağzında marjinal sayılabilecek bir kelime, siyasi bir anlamı yok. Kumaş topunu bir devrim devir gibi bir anlamda geçiyor.
Yine 8 Mart tarihinde <break time="0.5s" /> ““PİNTİ”” <break time="0.5s" /> meselesine değinmişim. Biliyorsunuz malum mihraklar Sevan her kelimeyi Ermeniceye bağlıyor diye bir terane çıkarmışlardı bir ara, bütün sözlükte Ermenice’ye bağladığım 60 adet Türkçe kelime var. Pinti bunlardan biri. Bunun gerekçesi şu: Acaryan’ın bir başyapıt olan Ermenice etimoloji sözlüğünde 1276 tarihli bir Ermenice vekayinamede geçen pnti kelimesine değinmiş. Metni arayıp bulduğumuzda, doğrudur, “pis, menfur, murdar” anlamında pnti kelimesi geçiyor. Acaryan yarım sayfaya yakın tartışmış kelimeyi, etimolojisini ve kökenini çözmeye çalışmış. Ben de bunu olduğu gibi sözlüğüme aktarmışım. En son 2018’in 5 Haziran tarihinde düzeltmişim.
Fakat metni daha dikkatli okuduğumda, Acaryan’ın getirdiği etimolojinin zayıf olduğunu, spekülasyon üzerine kurulu olduğunu görüyorum. 1276 tarihinde Ermenice bir metinde bu kelimenin geçtiği doğru. Türkçede kelimenin ilk tespiti bundan birkaç yüzyıl sonra. Ama bundan kelimenin gerçekten kökeninin Ermenice olduğu sonucu çıkmaz. Çünkü sonuçta Ermenicede de Farsçadan, Arapçadan, hatta Türkçeden alıntı kelimeler var 13. yüzyılda. Dolayısıyla pinti kelimesine verdiğim etimolojiye bir tane soru işareti eklemeyi gerekli buldum.
Bir arkadaşımız İbrahim Temo’nun 1891 tarihinde yayınlanan Aile Tabibi adlı kitabından iki metin örneği göndermiş. Biri <break time="0.5s" /> ““KADAVRA”” <break time="0.5s" /> kelimesi, öbürü <break time="0.5s" /> ““KODEKS”” <break time="0.5s" /> kelimesi. İkisi de tıbbi terimler. Kadavra anatomide kullanılan anlamıyla ceset demek. Fransızcadan alınma bir kelime, İtalyancadan değil. Kodeks keza Fransızcadan alınma, ilaç kataloğu anlamında. Böylece her iki kelimeyi de birazcık daha geriye, Abdülhamit yıllarına geri götürme imkanını bulmuşuz.
<break time="0.5s" /> ““İZAN”” <break time="0.5s" />, idrak anlamında, kavrayış anlamında. ‘İzansız bir adam’ denir mesela. İnternetteki bir sürü güvenilmez kaynakta izan’ın Osmanlıca yazımının yanlış olması dikkatimi çekmiş. Elif ye ile yazıyorlar, halbuki doğrusu elif, ayn ve zel ile olmalı. Acaba neden böyle bir yanlış yapmışlar diye sorgulayınca farkına vardım ki iki ayrı izan var. Biri bugün artık hemen hiç kullanılmayan, unutulmuş olan îzân, uzun i ve uzun a ile, ezan okuma demek. Kısa i, ayın ve uzun a ile söylenen i’zân ise halen kullandığımız “kavrayış” anlamındaki izan. Ezan okuma anlamında izanı sözlüğe ekleme gereği duymadım, çünkü kullanılan bir kelime değil artık. Fakat notta bunu belirtmenin doğru olacağı kanaatine vardım ve ekledim.
Çok şahane bir kelime, <break time="0.5s" /> ““MANO”” <break time="0.5s" />. Mano ne demek biliyorsunuz değil mi? Kumar oynatanın oynayanlardan aldığı komisyon. Bütün sözlüklerde böyle geçiyor. Oysa erken örneklere baktığınız zaman, mano başka bir şey. Kumar oynatanın aldığı payın adı değil. Birtakım kabadayıların illegal kumar oynatanlardan aldığı haracın adı mano. Kumarhane sahibi mano almıyor, mano ödüyor yani. Mano, İtalyanca el demektir. Dolayısıyla bütün sözlüklerde, argo sözlüklerinde, Türk Dil Kurumu sözlüğünde mano, aç parantez İtalyanca diye yazmışlar. İtalyanca el’den gelir diye açıklama yazmışlar. Ben de onlara kanmışım, bütün kaynaklar böyle yazdığına göre doğrudur deyip sözlüğe eklemişim. 2002 baskısından 2022 yılına kadar, 20 yıl boyunca öyle kalmış. Peki de İtalyanca el kel alaka? El mi alıyor? Niçin el denmiş? Anlam bağı nedir, üstünde düşünmemişim.
Derken, beklemediğim bir yerde karşıma çıkmış. “Le Monde Diplomatique” gazetesini okurken “manne” diye bir kelime ile karşılaşmışım. Manasını bilmediğimden, şeytan dürtmüş, sözlüğe bakmışım. Manne, telaffuzu /man/, Kuran’da menn diye geçen şeymiş. İngilizcesi manna. Hz. Musa ile cemaati Sina çölünde avare gezerken, Allah onları gökten indirdiği menn yahut manne ile beslemiş. Fransız argosunda manne havadan gelen para, emek harcamaksızın kazanılan para anlamında kullanılırmış, hava parası yani. Kumarhanecilikte de bilhassa kullanılırmış. Bu benim için bayağı bir keşifti. Yalnız kendi hatamı değil bütün piyasanın bugüne kadarki hatasını düzelttiğim için çok mutlu oldum.
<break time="0.5s" /> ““DUYGU”” <break time="0.5s" /> kelimesi. Bu bilgi vardı sözlükte fakat yeterince net bir şekilde ifade etmemişim. Duygu kelimesi Türkçede, avam dilinde en azından 18. yüzyıldan beri cari olan bir kelime. Mesmuat anlamında geçiyor, haber yani, bugünkü karşılığı duyum, kulağa gelen şey. 1900 tarihli Şemseddin Sami Bey sözlüğünde ikinci bir anlam ön plana çıkmış, hiss ve havass-ı hamse, yani beş duyunun her biri, Fransızcası “sens”.
Dil Devrimi günlerinde bu kelimeye yepyeni bir anlam yüklenmiş. 1942’deki Felsefe ve Gramer Terimleri sözlüğünde ilk kez rastlıyoruz. Duygunun karşılığını teessür olarak vermişler. Buradaki teessür felsefedeki anlamıyla “izlenim, etkilenim” mu demek, yoksa gündelik dildeki anlamıyla hissi duygulara kapılma mı demek çok belli değil. Fakat çok hızlı bir şekilde ikinci anlam oturmuş. Duygusal diye türevi de çıkmış.
<break time="0.5s" /> ““ŞADIRVAN”” <break time="0.5s" /> kelimesinin Farsça yazımında bir hata varmış, birisi uyarmış, onu düzeltmişim. <break time="0.5s" /> ““ALGI”” <break time="0.5s" /> kelimesine geliyoruz. Bu da biraz duygu gibi, Yeni Türkçe. 1935’te Cumhuriyet gazetesinde bir örneğine rastlıyoruz, ganimet anlamında kullanmışlar. ‘Savaşta ele geçen algı, eski zamanlarda yenen orduları doyurmağa yeterdi’ diye yazmışlar. Demin sözünü ettiğimiz Felsefe ve Gramer Terimleri sözlüğünde ise, 1942’de, algıyı bu sefer “idrak veya “perception”” karşılığı olarak önermişler.
Bunlar sözlüğümde vardı. Yeni olarak ‘algı operasyonu’ tabirini ekleme ihtiyacını hissettim. Türkçeye yerleşti bu deyim, standart Türkçe yazı dilinin vazgeçilmez unsurlarından biri haline geldi. İlk 2014 yılında kullanılmış. Ondan önce katiyen yok. 2014’da birdenbire türemiş va aynı anda tüm gazetelerde, medyada, sosyal medyada baş köşeye oturmuş. İngilizcesi psyop. Psikolojik operasyon deyiminin havalı şekli. Türkçeye algı diye çevirmeleri daha güzel, cuk oturuyor sanki.
Türkçede iki ayrı <break time="0.5s" /> ““KUBUR”” <break time="0.5s" /> var, farkında mısınız bilmiyorum. Bir kere Arapça kubur, kabir kelimesinin çoğuludur. Çukurlar demek. Kabir demek çukur, ama herhangi bir çukur değil insan eliyle kazılarak yapılmış çukur. Kubur da bunun çoğulu. İkinci kubur Moğolca. Türkçesi sadak, yani boru şeklinde bir ok torbası. Türkçedeki Moğolca kelimelerin büyük çoğunluğu askeri teknoloji ve askeri organizasyonla ilgilidir. Kubur da böyle.
Metin örneklerine bakınca Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, 1665 civarında bir tarihte görüyoruz. Şöyle demiş: “Kubur dedikleri odur ki bir kalenin hendeği içinde kale duvarına gidip gelmek için bir yol yaparlar. İçi kubur gibi mahfuz bir yol olduğundan kubur yolu derler.” Demek ki çukur şeklinde kazılmış bir yolun ya da tünelin adı kubur. Bu kubur, çukurlar anlamındaki kuburdan mı geliyor yoksa boru şeklinde ok torbasından mı geliyor? Yoksa ikisi birden midir? Meninski sözlüğü 1680’de kabrin çoğulu kubur diyor. Sonra bunun iki ayrı kelime olduğunun farkına varmaksızın, tecta sagittaria yani ok çantası diyor. Üçüncü olarak, tubus plumbeus aquaeducti serviens, yani kurşundan yapma su borusu tanımını veriyor. Şimdi bu kazmaktan mı geliyor? Yoksa borudan mı geliyor? Doğrusunu isterseniz bu sorunun cevabını bulmanın mümkün olduğunu sanmıyorum. Ya da o döneme ait çok daha fazla metin gözden geçirmek ve şansın varsa buna örnek bulmak lazım. Zor bir iş.
<break time="0.5s" /> ““OR”” <break time="0.5s" /> kelimesi, Türkçede bugün kullanılan bir kelime değil. Bulmacalarda çıkar, müstahkem mevki = or. Ne olduğunu bilen kimseye rastlamadım. Ama mesela kişi adlarında geçer, Orbay, Orkun vs. Ordu kelimesinin kökü olması ihtimali var, ki tartışmalı bir mesele. Demek ki kendisi olmasa bile gölgesi bugünün Türkçesinde olan bir kelime. O yüzden sözlüğe ekleme ihtiyacını duymuşum.
Evliya Çelebi kelimenin kaynağını özel olarak belirtmiş, başka bir Türk dili olan Tatarcadan alındığını yazmış. Tatar kavmi hendeğe or derler, ol sebeple bu kaleye Or Kalesi derler demiş Tataristan’da bir kaleden söz ederken. Demek ki Kırım Tatarcasından Türkiye Türkçesine alınmış bir sözcük.
<break time="0.5s" /> ““YÜZGEÇ”” <break time="0.5s" /> kelimesi geleneksel Türkçede yüzücü demek, dalmaktan dalgıç, yüzmekten yüzgüç değil nedense yüzgeç. 1935 yılında bu sefer buna balıkların yüzme aygıtı anlamında tamamıyla keyfi bir anlam yüklenmiş.
<break time="0.5s" /> ““PEZEVENK”” <break time="0.5s" /> kelimesine geliyoruz. Pezevengin genel kabul gören yorumu Ermenice pozavak’tır. İlk kim kurmuş bağlantıyı bilmiyorum, fakat Dankoff böyle açıklar, Tietze onu takip eder, Hasan Eren dahil olmak üzere belli başlı sözlükçülerin hepsi de bunu kabul ederler. Pozavak, bu yoruma göre poz ve avak kelimelerinden oluşur. Poz, fahişe demektir. Avak, baş, reis, lider, sahip anlamına gelir. Dolayısıyla pozavak.
Bu beni tatmin eden bir yorum değil. Çünkü şöyle bir problem var, avak kelimesi Ermencede sıfattır, isim değildir. Dolayısıyla, Poz-avak şeklindeki bir analiz oturmuyor. Öyle bir deyim de Ermenicede yok zaten. Dankoff da sonuç olarak Ermencesi yüzeysel olan biri, sözlüğe bakıp bu yorumu getirmiş. Halbuki <break time="0.5s" /> ““POZİ ZAVAG”” <break time="0.5s" /> var, alabildiğine tipik, yaygın bir küfür kelimesi. Orospu çocuğu demek. Avak değil, zavag, iki ze yan yana gelince biri yutulmuş. Beni bayağı tatmin etti bu yorum. Bunu da ekledim.
<break time="0.5s" /> ““PROLETER”” <break time="0.5s" /> maddesinde bir ufak yazım hatası varmış, onu sildik.
<break time="0.5s" /> ““CEVŞEN”” <break time="0.5s" /> sözcüğü için zırh anlamını vermişim. Müzelerde görürsünüz, eski zamanda savaşçıların zincir şeklinde örme metal zırhları vardır, onun adına cevşen denir. Ben de bu şekilde yazmış ve bırakmışım sözlükte. Oysa eklemiş olmam gerekiyordu, güncel dilde, kötülüklerden koruduğuna inanılan metal muhafaza içindeki muska anlamında kullanılır diye. Yani eski anlamı zırh, bugünkü anlamı metal zırh içinde boyuna asılan bir muska. Bunu bir açıklama notu ile ekledim.
17 Ocakta Kamusül A’lam üzerinde çalışan bir arkadaşımızın bana gönderdiği öneriler doğrultusunda eldekilerden daha eski tarihe ait metin örnekleri eklemişim: Konservatuar, hiyeroglif, konvansiyon, viski, menhir ve dolmen. Kamusül A’lam nedir biliyorsunuz, son dönem Osmanlıcanın en büyük entelektüel derleyicisi olan Şemseddin Sami Beyin 1889’dan itibaren altı cilt olarak yayınladığı, Türkçenin çığır açan ilk modern ansiklopedisidir. İçindeki bilgilerin yaklaşık yarısı Fransızcadan tercümedir. Bunlarla İslam ve Osmanlı kültüründen alınma kavramlar harmanlanmıştır. Modern Türkçenin ilk ciddi asiklopedisidir. Türk-Osmanlı okumuş sınıfını Batı dünyasıyla tanıştıran ve bir kuşak boyunca her okumuş Osmanlı’nın vazgeçilmez başvuru eseri olan bir asiklopedidir. Altı kalın ciltten oluşur. Bunun henüz yeni yazıya çevrilmemiş olması çok büyük bir eksiktir, hatta rezalettir.
Yine 17 Ocakta <break time="0.5s" /> ““KONSOMATRİS”” <break time="0.5s" /> kelimesinin Fransızcasında yazım hatası yaptığımın farkına varmışım. Consommer fiili çift m ile, consomatrice çift m değil, tek m ile yazılması gerekiyor. Her nedense atlamışım. Benim hatam.
10 Ocakta standart bir yapım eki olan Arapça +iyât ekini vurgulamışım. Özellikle ilahiyat, hafriyat ve lubiyat kelimelerinde bu ekin kullanıldığını bir yapısal not olarak göstermişim.
Yine 10 Ocakta <break time="0.5s" /> ““SELEFİ”” <break time="0.5s" /> kavramının evrimine ve anlamına ilişkin bir açıklama notu eklemişim. Bir dostumuzun uyarısı üzerine <break time="0.5s" /> ““KUNG FU”” <break time="0.5s" /> kelimesinin Çince yazımı ve tanımı düzeltilmiş. Bunun Çince orijinalini vermişim ama Çincem zayıf olduğundan hata yapmışım.
<break time="0.5s" /> ““ŞÜPHE”” <break time="0.5s" /> kelimesi. Arapça özgün anlamı, bizim bugün bildiğimiz gibi kuşku demek değil, belirsizlik demek. Sübjektif bir hali değil, objektif bir özelliği tanımlıyor. Nesnenin bir niteliği, ambiguity ya da obscurity anlamında. Bunda bir şüphe var deyince, kafamızda soru işareti var değil, nesnenin kendisi belirsiz anlamına geliyor. İki ayrı kavram bunlar. Bu ayrım aslında verdiğim 1680 tarihli metin örneğinden yeterince anlaşılıyor. Fakat daha ayrıntılı bir şekilde konuyu belirtme ihtiyacını duymuşum. En geç 17. yüzyılda dubium, yani bugünkü anlamıyla şüphe kullanılmaya başlanmış.