İhtiyarlar ölsün mü
Blog
1 Nisan 2020
0:00
0:00

metin

Ölümden kaçma güdüsü elbet her canlıda var. Solucanlarda ve timsahlarda da var. Seni solucan ve timsahlardan farklı ve üstün kılan — insan yapan — şey ise bu güdüyü tüm insanlara ve özellikle gelecek kuşaklara karşı sorumluluk duygusuyla dengeleyebilmendir. Kendi yaşamının aslında evrende kıytırık bir detay olduğunu kavrama yeteneği insanda var, diğerlerinde yok.
Ölümden kaçamazsın. Beş sene olmazsa on beş sene sonra zaten öleceksin. Birkaç yıl geciktirmenin kıymeti ne? Diyelim ki senin için kıymeti büyük olsun. Bunun için senin, ya da toplumun, ya da gelecek kuşakların ödemesi gereken bir bedel varsa, o bedelin sınırı nedir? Senin canın üç sene daha Sudoku çözmek ve torunlarının kafasını şişirmek istiyor diye çocuklarından ve toplumdan ne kadar fedakarlık bekleyebilirsin?
Modern dünya bencilliği en üstün değer olarak kutsar. “Hak benim, can benim, kim ne karışır?” Karşılığında kimse bedel ödemiyorsa eyvallah, öyle olsun? Ya ödüyorsa? Ya senin kıytırık canını birkaç sene uzatmak için toplumun geleceği ateşe atılıyorsa? Yaşama anlam katan şeylerle uğraşmak yerine milyonlarca hastane yatağı ve solunum cihazı üretmek zorunda kalıyorsa? Hiç bedel ödemesinler diyen yok: senin onlara sorumluluğun varsa onların da sana var. Ama nereye kadar? Ölçüsü ne?
İnsanoğlu aldıkça değil verdikçe değer kazanır. Mal biriktirme sevdası gibi can biriktirme sevdası da insanı küçültür, silikleştirir, aç dilenci derekesine düşürür. Verdikçe büyürsün. Canın da öyle. Hayatındaki tek değer kendi canın ise solucandan farkın yok. Canını kuşaktan kuşağa aktarılan bir mirasın parçası olarak görebiliyorsan, dolayısıyla ölümü o sürecin doğal bir adımı olarak içine sindirebiliyorsan, ancak o zaman canının — solucanınkinden öte — bir değeri var demektir.