Hegel boş laf mı
Röportaj
28 Ağustos 2022
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Son yıllarda gerek yazılarınız olsun gerek Pazar Sohbetleri olsun daha çok dil bilimci ve tarihçi kişiliğiniz ön planda. Felsefeden uzaklaştığınızı seziyorum. Felsefeden sizi uzaklaştıran şey nedir?
25'ten 65'e yaklaşık 40 yıl var ve o 40 yılda çok şey görüp, çok şey öğrenip, birçok hayatlardan geçiyoruz. Bir gençlik sevdasıydı felsefe. Bende önemli izler bırakmıştır. Her şeyden önce düşünmeyi öğretmiştir, tartışmayı öğretmiştir. Yani basit gibi görünen gerçeklerin, herkesin “tartışılmaz bunlar, herkesin bildiği şey” dediği şeylerin, deştikçe, sorguladıkça, alternatifi düşündükçe hemen her zaman dipsiz birer kuyuya dönüştüklerini idrak etmemi sağladı felsefe. İnsanların çok yüzeysel, çok basit bir düzlemde yaşadıkları hayatı daha derinlemesine sorgulama, herkesin beyaz dediğine siyah mı acaba diye sorma disiplinini kazandırdı bana felsefe. O açıdan önemli bir kazanım olduğunu düşünüyorum felsefe okumanın. Fakat üniversitede dört beş sene felsefe okuduktan sonra oradan devam etsem çok sıkıcı ve bunaltıcı bir hayatın içine düşeceğim kaygısına kapıldım.
Zaman zaman yine birtakım felsefi metinler ya da zor metinler okuma tutkumu ya da alışkanlığımı hiçbir zaman kaybetmedim. İlk okuyuşta hiçbir şey anlayamadığım teorik metinleri okuyup çözmenin zevkini de felsefe eğitiminde aldım.
Aslanlı Yol'un tanıtım yazısında, “Yaşadığı hiçbir ortamda kendini evinde hissetmeyen, sınırları ölümcül risk pahasına zorlamayı tutku haline getiren bir insan” deniyor sizin için. Yıllar sonra Yunanistan'da istenmeyen kişi olduktan sonra Şirince ile alakalı sorular geldiğinde size, Orası benim evim, orayı özlüyorum dediğinizi biliyorum. Şirince sizin eviniz mi?
Hayatımda en uzun süre kalıcı olduğum yerdir Şirince. Yalnız o değil, ev var, mülk var, arazi var. Benim diyeceğim birtakım tepeler, dereler, evler edindiğim bir yer oldu. Çarpıcı bir duygu bu. Daha önce yaşamamıştım, şimdi olduğum yerde de yaşayamıyorum. Şu anda kafamı sokacak bir evim yok. Bir valizle dolaşıyorum. Dolayısıyla Şirince'ye bir bir özlem olarak zaman zaman kendimi hissettiriyor. Evim var orda. Bayağı böyle damı olan, odaları olan. Mezarım orada. Tanıdığım bir sürü insan var. Çocuklarım orada. Artı, gelir kaynağım, her şeye rağmen orda.
Şunu gayet iyi biliyorum ama. Şirince'ye ola ki günün birinde dönersem üçüncü günü çivi batmaya başlayacak kıçıma. Bu kaçınılmaz bir şey.
[soru]Babanız Le Corbusier’nin atölyesinde çalışmış. Corbusier, bina bir makinedir ve ruhu değil işlevi önemlidir diyen mimari akımın öncüsü. Sizin Şirince’de yapmaya çalıştığınız şeylerin tam zıddı değil mi?
Şimdi 20. yüzyılın bir sanat anlayışı var. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının sonucunda belki de Avrupa kültürü veya Batı dünyasının kültürü, geçmişi reddetmeye, geçmişin değerlerini reddetme ve tamamen mekanik, tamamen işlevsel, estetiği hiçe sayan bir zihniyeti egemen hale getirme sevdasına düştü. Corbusier bu anlayışın zirve noktalarından biridir. Babam da o çağını insanıydı, o çağın ürünüydü. O çağın modernizminin çerçevesinde yetişmiş bir insandı.
1980'lerden itibaren dünya başka bir yere gitti. 20. yüzyılda yapılan tahribatın insanlığı yanlış bir yerlere götürdüğü fikri birdenbire dank etti insanların kafasına. Babam da son yıllarında, 1980'lerde, onunla sohbetlerimizden sezdiğim, o da yavaş yavaş bir eleştiri olduğunu idrak etmeye başlamıştı.
Biz farklı bir kuşağın ve farklı bir sorunsalın, farklı bir krizin ürünüyüz.
En beğendiğiniz mimari yapı türü ya da akım. Ya da birkaç tane sevdiğiniz mimari örnekten bahseder misiniz?
Özellikle son bir yılda Batı mimari geleneği ile çok fazla haşır neşir olma imkanı buldum. Batı Avrupa'da bugüne kadar görmediğim birkaç olağanüstü mimari esere yolumu düşürdüm. Salamanca Katedrali, Burgos, El Escorial, Toledo. Fransa’da Reims, Rouen, Nevers vesaire. Pavia Manastırı, Venedik taşrasının Palladyen villaları vesaire. Öyle görünüyor ki Avrupa'da 1918 bir dönüm noktasıdır. 1918'e kadar ne yapılmışsa olağanüstü güzel işler yapılmış. Çok büyük eserler, gerek anıtsal mimaride, gerek vernaküler mimaride şaheser işler yapılmış. Bakar bakmaz, yahu işte böyle olmalı, insanı insan yapan ortam işte böyle bir şey dedirten işler. İslam mimarisi mimarisine de ben çok tutkunum. Başka bir anlamda o da esaslı bir mimari geleneğidir. Hem anıtsal boyutta, özellikle Osmanlı eserlerinde, hem çarşı, mahalle, kasaba mimarisinde. Eski Ermeni mimarisi de dünya mimarisinde de kendine özgü, çok farklı bir niş tutan bir gelenektir. Nefes kesen güzellikte işler yapmışlar.
Sonra birden bire 20. yüzyıla gelindiğinde bıçakla kesilmiş gibi kesildiğini, başka bir çağa geçildiğini görüyoruz. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra yapılmış güzel diyebileceğim hemen hemen hiçbir bina yok. Hiçbir ülkede yok. Ne batıda ne doğuda. Sovyetlerde Stalin dönemi sonuna dek birkaç tane abartılı anıtsal eser belki, o kadar. Bunun korkunç bir fakirleşme olduğunu düşünüyorum. Bir çöküş, bir medeniyet yıkımı olduğunu düşünüyorum.
Özetle Ortaçağ mimarisi, Rönesans mimarisi, Barok mimari, 19. yüzyılın prestij yapıları, 19. yüzyıl sonu eklektizmine kadar, 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar bütün bu ekoller şaheserler yaratmış. Güzellik peşinde koşmuşlar. Güzel mekan nasıl bir şeydir onu çözmeye çalışmışlar.
Estetik duyum sizin için objektif mi yoksa subjektif midir?
Objektiftir. Kısmen belli bir kültürün referans çerçevesi içinde anlam kazanır, kısmen de tüm insan soyu için standart olan bazı karakteristikleri vardır. Fakat ilgi çekici bir gözlem şu, belli bir kültürün referans çerçevesi içine oturmadığı zaman evrensel anlamı olan bir şey de yapamıyorsun. Yani, atıyorum, 18. yüzyıl barokunun referans çerçevesine dayanmadığın zaman, yahut Hint müziğinin veya geleneksel Kürt müziğinin gelenekleri içinde bir yere oturmadan sözde “özgün” bir şey yapmaya kalktığın zaman genellikle ürettiğin şey çöp oluyor.
Sanat eseri ya da estetik duyum objektif ise sanat eserini yapan kişiyle o eseri ayırt etmeli miyiz? Yani o kişinin sanat eserinde etkisi bulunmayan eylemlerini sanat eserine indirgemek ne kadar doğru? Roman Polanski’nin kız çocuklarını tacizi veya Emrah Serbes’in trafik kazasında bir aileyi öldürüp hapse girmesi, bu insanların sanatını yargılamamızı etkilemeli mi? Eseri, onu ortaya koyan kişiden ayırmalı mıyız? Ya da bu sınırı belirleyen şey nedir?
Bu sınırı belirleyen şey her halükarda cahil kalabalıkların yaygarası değil. Bir kere bunu tespit edelim. Duyar kasma denilen davranış biçimi bana iğrenç geliyor. Ve öyle görünüyor ki bugün gerek Türkiye'de gerek dünyada kamu söylemi tamamiyle duyar kasmaya, yani sembolik birtakım konularda kalabalığın tercih ettiği tavırları taklit etmeye indirgenmiş bulunuyor. Ahlaki yargılar çok karmaşık ve çok çok katmanlı yapılardır. Bir insanın, özellikle uçlardaki eylemlerini neden yaptığı, haklı mı haksız mı olduğu, hangi kavgada kimin haklı olduğu, hiç öyle yalınkat yargılarla çözülebilecek konular değildir.
Elbette yanlış varsa bunun reddedilmesi gerekir. Aynı zamanda aynı kişi ortaya olağanüstü eserler koymuşsa, insanlığın ufkunu açan, zihnini ilerleten, güzellik duygusunu besleyen işler yapmışsa aynı kişi bir insanlık hazinesi de olabilir.
Benim bildiğim en muhteşem örneklerden biri, 16. yüzyılda bir İtalyan bestecisidir, Don Carlo Gesualdo. Olağanüstü bir bestecidir. Tüyler ürpertici derecede cesur, sıradışı bir besteci. Karısıyla karısının sevgilisini öldürmüş, ondan sonra kırk yıl boyunca onların ailesinin kan davasından kaçarak geçirmiş yaşamını. Al sana bir insani paradoks, bir insani çıkmaz.
Hume ve Kant’ı da ırkçı oldukları için sıkça duyar kasarak eleştiriyorlar.
Büsbütün çocukça şeyler bunlar. Her çağın kendi değer yargıları vardır ve “ırkçılık” diye bugün Amerikalıların moda ettiği kavrama tarih çerçevesinde bakarsan, hatta bugünkü insan toplumuna bakarsan, gerçek bir ahlaki anlamı olmayan bir şey, bir reklam tabiri, o kadar.
Sonuç olarak her insan ırkçıdır. Irkçı olmayan birine ben hiç rastlamadım bugüne kadar. Ha bunun bir ölçüsü vardır. Sen Almanlardan hoşlanmazsın, ben Japonların aptal olduğunu düşünürüm. Bunu aramızda hayat bilgisi olarak paylaşırız. Ama gidip de bunun için Alman Japon öldürmeyiz. Bundan dolayı Japonlar ve Almanlar da çok ciddi bir hasara uğramazlar, Sevan onları sevmiyor diye. Bana gülünç geliyor, çok cahil bir çağın gevezeliği gibi geliyor, bütün bu ırkçılık, cinsiyetçilik vesaire konuları.
Köpek sorunu gündemde kalabalıkları ikiye ayıran bir soru. Bir taraf hepsinin uyutulması gerektiğini düşünüyor, diğer taraf barınakların oluşturulması ve sokak köpeklerinin bakımının sağlanmasını istiyor. Sizin bir öneriniz var mı?
Türkiye’de öteden beri köpek simgesel bir olaydır. Türkiye'deki en önemli sınıfsal ayıraçlardan biridir. Kendini orta sınıf ve üstü olarak gören insanlar köpeklere karşı abartılı bir saygı ve sevgi duyarlar ve bunu da kendilerinin toplumsal üstünlüğünü, yani ayak takımından ve avamdan farklarının bir belirtisi olarak ortaya koyarlar. “Ben üstünüm çünkü köpekleri çok severim.” Halk tabakası ise köpeklere bazen acır, bazen özel bir yakınlık gösterir. Fakat büyük ölçüde köpeklerden nefret eder. Köpek gördüğü zaman tekmeler, kovalar. Ben genellikle bu tür ayrımlarda avam takımından yana takım tutarım. Daha gerçekçi ve daha insani gelir yaklaşımları bana. Ayrıca da köpek sevmiyorum yani. Yaltakçılıktan ve yüzsüzlükten hoşlanmıyorum, ne insanlarda, ne hayvanlarda, yapacak bir şey yok.
İnsanlar mağdur oluyor, peki, ama yılda 10-15 insan ölüyor sokak köpekleri yüzünden. Fakat köpekler de acı çekiyor ve öldürülürlerse bu da bir tür acı çekme diye karşı çıkıyorlar.
Bu argüman boş, çünkü sokak köpekleri ve genellikle bütün canlı varlıklar canlı kalarak daha fazla acı çekerler. Ölmek fazla öyle acılı bir olay değil, pat diye gidiyorsun. Dolayısıyla yargı kriteri acı çekmeyse hepsini öldürmek en doğrusudur. En az acılı olan yöntem bu.
Hepsini öldürmeyi gerçekten savunan kimse var mı bilmiyorum. Fakat bariz bir gerçek var, sokak köpekleri insanlar için bir tehlike, bir zarar verici unsur haline geldikleri zaman bunun bir şekilde düzenlenmesi lazım.
Yine öldürmeden bahsederken kürtajı sorayım size. Fetüsün bireyselliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Bilinç sahibi olmak birey olmanın ön koşulu mudur? Bilim bu konuda kesin bir karara varmış değil. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kürtaj ahlaki mi yoksa ahlak dışı mı?
Kürtajın ahlaki olup olmadığı meselesi, çözümü olmayan metafizik konulardan biridir. İnsan bilgisinin dış sınırlarında olan birtakım konular vardır ki, yüz sene de tartışsan, bin sene tartışan tarafların yarısı bir tarafı, bir yarıs öbür tarafı tutacaktır.
İnsan yaşamının hangi aşamada noktada başladığı konusu en az iki bin yıldır tartışılan bir konu ve çözümü yoktur. Kimi diyor ki bir potansiyel insanın başladığı noktada insan hayatından söz etmek zorundayız. Kimi diyor ki bilinç oluşursa veya kalp atmaya başlarsa veya rahim dışında yaşama imkanı ortaya çıkarsa ya da doğum anında başlar bireysellik.
Bu sorunun kesin cevabı yoktur. Herkesin kabul edeceği bir norm ortaya koymak imkansız. İnsan hayatının değeri nedir sorusunun cevabı da belirsizdir. Fakat toplumlar bir şekilde genel bir kabule ulaşmışlar, insan hayatını kutsal saymak konusunda. Felsefi veya bilimsel düzeyde istediğin kadar tartış, fakat bir şekilde ahlaki bir düzeni koruyabilmek için insan öldürmenin yanlış olduğunu a priori kabul etmişler, mantıki bir temeli olsun veya olmasın. Çünkü öbür türlü altından kalkamayacak sorunlar çıkar. Bebek öldürebiliyorsan çocuk niye öldüremiyesin? Çocuk öldürebiliyorsan yetişkinler niye öldürülemesin? Kadının özgürlüğü, kadının kariyeri, kadının hayattaki beklentileri, hayalleri, umutları vesaire gerekçe olarak ileri sürülüyor. Doğacak çocuk bunları engelleyecekse, annenin hayatını çekilmez hale getirecekse, her ne demekse, o zaman kürtaj meşrudur deniyor. İyi de, aynı argümanı yetişkinler için de yapabilirsin. Yani kardeşin, kocan veya annen veya komşu Aleko benim hayatımı çekilmez hale getiriyor ve kariyer olanaklarımı yok ediyorsa, hayatı bana zehir ediyorsa, niye öldürmeyeyim? Benim özgürlüğüm, benim hayatım, benim bedenim değil mi?
Öte yandan bir de karşı tarafın meşru argümanı var. Modern dünya evlilik bağını ve çocuk doğurmanın kutsallığını büyük ölçüde erozyona uğradığı için, bugünün gerçekleri çerçevesinde kürtajı temelli olarak önlemek imkansız bir şey. Önlemeye çalışmanın doğuracağı talihsiz sonuçlar korkunç boyutlarda. Belki engelleyemezsin. Fakat çok zorlaştırabilirsin. Yasadışı hale getirebilirsin, yakaladığını hapse atabilirsin. O zaman da sağlık bürokrasisine ve polise dehşetli yetkiler vermiş oluyorsun, kişilerin özel hayatı üzerinde muazzam bir baskı ve tehdit mekanizması kuruyorsun.
Dolayısıyla bir çıkmaz ile karşı karşıyayız. Amerika'da mahkemenin verdiği karar bence doğruydu. Amerikan Yüksek Mahkemesi dedi ki, kürtaj Amerikan anayasası çerçevesinde federal hükümetin yetki alanı içinde olan bir konu değildir. Bizim bu konuda karar verme yetkimiz yoktur. Toplum yönetiminin alt birimleri, yani eyaletler veya belki yerel yönetimler bu konuda demokratik olarak karar vermek zorundadır. Halk şöylesini tercih ediyorsa şöyle yaparlar, böylesini istiyorsa böyle yaparlar. Mississippi veya Alabama eyaletinde halk kürtaja karşıysa orada yasaklar, Kaliforniya'da taraftarsa orada serbest bırakırlar. Bu, Amerikan sisteminin güzel bir esnekliği dir. Türkiye'nin mesela böyle bir imkanı yok. Bence doğru bir karardı.
Sizi çarpan bir filozof var mı? Zekasına hayran kaldığınız?
İki veya üç filozof üzerinde çalıştım üniversitede. Birincisi Aristoteles’tir. İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük, en kapsamlı, en geniş ufuklu zekâlarından biridir. Dipsiz bir hazinedir. Bütün hayatını Aristoteles okumaya adayabilirsin. Thomas Aquinas tesadüfen lisedeyken tanıştığım ve coşku duyduğum, hayranlık duyduğum bir düşünürdü. Büyük ölçüde Aristoteles üzerine inşa edilmiş bir felsefi yapı sahibidir. Hegel üzerine çok çalıştım. Sonuç olarak şu kanaate vardım ki, Hegel baştan sona boş laftır. Ama o kadar güzel bir boş laf ki, insanın buna şöyle bir üç beş senesini vermesi lazım, zarafetini ve derinliğini kavrayabilmek için. Dönüp dolaşıp çıktığı noktaya gelir, döne döne, döne döne, ve hiçbir şey söylemez. Ama hiçbir şeyi çok güzel söyler.
Komedi hakkındaki fikirlerinizi alacağım. Komediyi çok sevdiğinizi biliyorum. Life of Brian filmini özellikle çok beğendiğinizi söylemiştiniz.
Evet, İngilizlerin eşsiz derecede absürt bir mizah anlayışı vardır, bayılırım ona. W. H. Wodehouse adlı bir yazar vardır, bilir misin? Yüz taneye yakın romanı vardır. Hepsini baştan sona okumuşumdur. Donuna işetecek kadar komik şeyler. O tür mizahı o seviyede ancak İngilizler yapabilir. Son derece ciddi understated, ne bileyim böyle bıyıklarını burarak öyle laflar eder ki aklın durur, neresinden çıkarıyor bunu diye. Evelyn Waugh’ın da özellikle ilk döneminde, 1920'lerde yazdığı kitaplar çok iyidir, rezil derecede komiktir.
Komedinin sınırı var mı sizce? Şimdi çok gündemde, liberal takılan kişiler de söylüyor işte pedofilinin mizahı olmaz, ya da işte Kürtlerle dalga geçmeyin zedeleyici oluyor gibi.
Daha önce değindiğimiz konuya dönüyor. Duyar kasmak, yani birtakım pankartlar açıp “ben de herkes gibi düşünüyorum, herkesin değer yargılarını ben de paylaşıyorum, bu konuda çok hassasım çünkü başka kendime ait bir kişiliğim ve düşüncem olmadığı için birtakım klişe ve tek katmanlı konularda tavır alarak (tavır almak deniyor buna) işe yarar bir insan görüntüsü veriyorum” şeklinde bir felsefe maalesef özellikle bugün genç ve orta yaşlı kuşakları esir almış durumda.
Bir çeşit aptallık manifestosu gibi bir şey.
İfade özgürlüğüne şöyle bir karşı argüman sunuluyor. Mesela karşınızdaki şişman kişiye sen çok şişmansın dedikten sonra o kişinin intihar etmeye yönelebileceğini iddia ediyorlar. İfade özgürlüğü zarar verici olmamalı gibi bir kabul var. Bu durumda ifade özgürlüğüne sınır çekilmeli mi?
Birincisi sen şişmansın denildiği için intihar eden kimseye rastlamadım. Aksine, şişman kişiye ‘yuh, katana’ dediğinizde belki de utanır, diyet yapar, zayıflama imkanı bulur, dolayısıyla faydalı olmuş olursun. Bu ihtimal diğer ihtimalden daha güçlüdür.
Edep diye bir şey var. Asgari bir terbiye var, insanların kalbini kırmamak lazım. Ama kırmışsan da ne yapalım, insanın kalbi kırılır arasıra. Ve insanlar eğer kalplerinin kırılmasına tahammül edemeyecek kadar kırılgansalar, doğrusunu istersen ölsünler daha iyi.
İnsan toplum içinde yaşayan bir varlıktır ve toplum içinde yaşamanın birtakım avantajları ve birtakım dezavantajları var. Toplum içinde yaşayacaksın, ara sıra birileri senin ayağına basacak. Aptala aptal demeyecek miyiz bundan sonra? Olay buna geliyor yani.
İfade özgürlüğünün elbette sınırları vardır, sınırsız bir şey değildir. İfade özgürlüğünün sınırları bir diğerinin gerçek bir zarara uğramasıdır. Kanıtlanabilir bir zarar yani. Diğer kişiyi kalbi kırılması düzeyinde değil, hayatını zehir edecek, ailesini dağıtacak, geçimini sağlayamaz hale getirecek olan sözleri sarf ediyorsa, mesela kişi hakkında iftirada bulunuyorsa, o kişiyi kamuoyu önünde küçük düşüren ve hayatını karartan saldırılarda bulunuyorsa bunun sınırı olması lazım. İftira ve tehdit, ya da şantaj, sınır budur. Bunda da dengeyi gözetmek önemli. Denge kuşkulu olduğu zaman her zaman özgürlükten yana oy kullanmak lazım. Bir miktar zarar veriyor ama çok da zarar vermiyor durumunda, zarar terazisi belirsiz olduğu hallerde daima ifade özgürlüğünü tercih etmek lazım.
Çünkü ifade özgürlüğünü kısmanın riskleri çok büyüktür. Kısmaya başladığımız zaman çok kısa zamanda kaygan zemine girer küldür paldır aşağı gidersin. Ki bugünün dünyasında bunu yaşıyoruz. İfade özgürlüğünün tüm dünyada, özellikle Batı dünyasında yok edildiği günlerden geçiyoruz.
Commodore 64’ü bu ülkeye getiren kişi olarak oyun oynuyor musunuz hocam? Bilgisayar ya da mobil olabilir.
Sudoku çok seviyorum, saplantı gibi bir şey. Onun dışında bilgisayar oyunu oynamıyorum. Hayatımda bir iki kısa dönemde can sıkıntısından bir şeyler oynadığım vardır. Fakat hayat yeterince heyecanlı bir oyun. Bunun sanalına gerek yok herhalde çok fazla.
Besim Tibuk hakkında ne düşünüyorsunuz? Genç nesilde epey popüler bir isim.
Demek ki memleketin cesur insanlara ihtiyacı var. Besim Beyin fikirleri tamam, doğru fikirleri var, yanlış fikirleri var, her neyse. Ama bunlardan önce gelen en önemli özelliği cesur bir adam. Yani toplumun klişe, yavan, düz bastı, korkak fikirlerine hadi lan ordan deme cesaretine sahip olan ve bunu zekayla, espriyle, güzel bir şekilde yapan birisi. Beğenilmesinin esas nedeninin bu olduğunu düşünüyorum, fikir içeriğinden ziyade. Benle ilgili olarak olumlu düşünen insanlarda bu özelliğimin ön planda olduğunu zannediyorum.
Aman ona değmeyeyim, buna değmeyeyim, elimi kirletmeyeyim duygusuna pabuç bırakmadan, küt diye, kardeşim, bunca senelik bir tecrübem var, bazı konularda böyle birtakım fikirler edinmişim, bunları söylerim. Sen de kendi fikrini söyle, bana ters de olsa söyle. Mantıklı gelirse kabul de ederim senin fikrini, pardon yanılmışım da diyebilirim. Ama özgür düşünebilmek, cesur düşünebilmek, belkemikli düşünebilmek, bugünün toplumunda eksikliği çok hissedilen hasletler. Besim Beyi gençler arasında popüler yapan zannederim bu özelliği. Ben de bunu takdir ediyorum, onu da söyleyeyim.
Komplo teorileriyle ilgili bir soru soracağım. Siz de, hatta aya gidilmediği iddia ettiğiniz bir konuşmanız var, onu da açarsınız.
Nedir komplo teorisi? Bana bir tanımlar mısın? Bir şeyin komplo teorisi olduğu nasıl anlaşılır?
Mesela işte illuminati dünyayı yönetiyor tarzında şeyler.
Bir teorinin komplo teorisi olup olmadığını nasıl anlaşılır? Ölçütü nedir?
Mesela Amerikan devletinin ve propaganda organlarının savunduğu ve doğrudur dediği şeylerin aksini savunmak komplo teorisidir sonucu çıkıyor mu söylediklerinden?
Mesela aşılar konusundaki komplo teorileri...
Nedir bu komplo teorileri?
İşte Bill Gates çip takıyor aşılara gibi.
Peki ama yine de komplo teorisini bana tanımlamadın. Komplo teorisini bana tanımlaman lazım. Şu, şu özelliklere sahip olan bir teori komplo teorisidir, değilse komplo teorisi değildir gibisinden bir işlevsel bir tanımın olması lazım ki bir anlamı olsun konuştuğumuz konunun.
Kanıtlaması ya da deneyimlemesi zor olan karmaşık durumları basite indirgeyerek onun en kolay açıklamasını yapmak gibi düşündüm.
Tüm bilimin amacıdır değil mi? Karmaşık olayları basit açıklamalara indirgemek. Mesela Newton öyle yapmış. Bütün gök cisimlerinin hareketini üç dört tane basit yasaya indirgemiş. Komplo teorisi mi oluyor?
Yok. Zaten bundan bahsediyorum. Komplo teorisi her şeye denilebiliyor, ayağa düşmüş bir şey.
Ay'a gidilip gidilmediği konusu mesela nasıl bir komplo teorisine konu olabilir?
Ay'a gitme meselesinden hareket edelim. 1969 yılında ben günlük olayları ve haberleri takip edebilecek yaştayım. Büyük bir hayranlıkla herkes Ay'a gidildiğine tanık oldu. Herkes televizyonda gördüğünü, gazetede okuduğunu bir veri olarak kabul etti. Doğrusu aklımdan bile geçmedi sorgulamak. İnanmayan tek tük kişiye rastladığımızda onların cahil, yobaz, dindar kişiler olduğuna kanaat getirdik. Hatta aya ayak basıldığını bilmek, bir tür sosyal üstünlüğümüzün göstergesi oldu. Belki de bu yüzden hiç aklımıza gelmedi soru sormak.
Aradan geçen yıllarda çok ciddi birtakım soru işaretleri ortaya çıkmaya başladı. Ben konunun üzerinde fazla durmadım, düşünmedim. Mesela Ermenistan’a gittiğimde, oradaki gayet kültürlü insanların dahi ay hikayesine inanmadıklarını fark etmedim. Çünkü Sovyet eğitiminde hiç öğretmemişler Amerikalılar aya gitti diye. Sonra bundan yedi sekiz ay önce bu konuda iki, üç tane art arda belgesel izledim ve aklım durdu. Ağzım bir karış açık kaldı. Aaa! İnanılmaz bir göz boyama hadisesi var ortada. Tıpkı sahne gösterisi yapan bir sihirbaz gibi göz göre göre dünya kandırıldı. Çok ucuz, çok basit yöntemlerle kandırıldı. Maç seyreder gibi, duygusal bir heyecanla izliyorsun filmi. Başarmış olmalarını istiyorsun. Neil Armstrong ayak basınca ‘goool’ diye haykırıyorsun. Fakat bir ucundan, ufak bir ipucu yakalayıp soru sormaya başladığında iskambilden şato gibi yıkılıyor bütün şov. Dünya ile ay arasındaki radyasyon kuşağını sağ olarak geçmelerine imkan yok. Aya iniş modülü diye gösterdikleri tenekeden kutunun uçmasına imkan yok. İçindekilerin kebap olmaması mümkün değil. O fotoğrafları çekmelerine imkan yok. Canlı TV yayını yapmalarına teknik olarak imkan yok. Yerdeki tozlar sahte. Işıklandırma sahte. Aydan getirdik dedikleri taşlar sahte. Bıraktıkları izler orada duruyor diyorlar ama bugüne dek bunun inandırıcı bir delili gösterilmedi. Her şey bir yana, ayın fethine bunca maddi ve manevi yatırım yapmış olan ABD’nin elli küsur senedir bir daha devamını getirmemesi eşyanın tabiatına aykırı bir şey. ABD vazgeçti diyelim, teknolojinin bunca geliştiği bir dünyada başka devletlerin bu işe el atmamış olması aşırı derecede tuhaf.
Şimdi, Apollo projesinin bütünüyle bir Hollywood prodüksiyonu olduğuna dair bir tezimiz var ortada. Bu bir komplo teorisi midir? Velev ki bir komplo teorisi ise, doğru mudur? Bilimsel olan bakış açısı hangisidir? Televizyonda gösterilen ve herkesin veri kabul ettiği bir şeye sorgulamadan inanmak mıdır bilimsel olan? Yoksa kanıtları tartarak, lehte ve aleyhte argümanları gözönüne alarak sorgulamak mıdır?
Son yıllarda dünya kamuoyunu belirleyen haber ve bilgilerin ezici bir çoğunluğu Amerikan propaganda makinası kaynaklı. En az kırk yıldır bu böyle. Bildiğini zannettiğin her şey oradan geliyor. Son yıllarda insanlar git gide bu bilgi kaynağını sorgulamaya başladı. Bu propaganda makinası güvenilirliğini yitirmeye başladı. Bunun üzerine dediler ki, bu söylenenleri sorgulayan herkes komplo teorisi yapıyor. Komplo teorisi aptallara özgü bir şeydir. Çünkü neden? Otoritenin onayladığı bilgilere inanmıyor. İyi de otoritenin sunduğu bir anlatıyı sorgulamak ne zamandan beri aptallara mahsus bir davranış oldu? Birinci sorumuz bu. Asıl akıllı olan davranış o değil midir? Bir egemenlik söylemini olduğu gibi kabul etmek mi aptallara özgüdür, bunu sorgulamak ve alternatifleri düşünmeye çalışmak mı daha aptalca?
Elbette sorgulamaya kalktığınız zaman bir sürü aptalca sorgulamalar da yapabiliyoruz. Illuminati yönetiyor dünyayı gibi saçma sapan yahut da Yahudiler kan içiyor gibi akıl dışı, duygusal teorilere de sapabiliriz. Burada şuna dikkat etmek lazım. Eleştirel düşünce kapasitesinin dumura uğradığı bir dünyada o kadar kolay ki, çok basit bir ayak oyunuyla insanları komplo teorisi tuzağına düşürmek. Pandeminin ilk günlerinde, hatırlarsın, İngiltere'de bazı insanlar G5 networkü koronaya yol açıyor deyip gittiler bir tane kuleyi yaktılar. Bunu organize etmek dünyanın en basit işi. On tane serseri bulursun, pankart açarlar, uzaydan gelen yaratıklar Sussex ilçesine iniyor, bize korona bulaştırıyor diye bir tez atarlar ortaya. Bunu medyaya çıkarırsın ve otomatik olarak pandemi konusundaki son derece ciddi sorgulamaların hepsini karalamış olursun.
Korona aşılarının büyük bir sahtekarlık olduğu ortaya çıkıyor şu anda. İç yüzünün tam olarak ne olduğunu henüz bilmiyoruz, fakat sahtekarlık olduğu açık. Birtakım saçma sapan insanlara, Bill Gates bize çip takıyor dedirtirsin, kuşku ve kaygıların hepsini gülünçleştirmiş olursun. Bu oyunlara düşmemek lazım.