Gotik mimari nereden çıktı
Pazar Sohbeti
5 Eylül 2021
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Gotik mimari hakkında ne düşünüyorsun? Senin gibi tarihsel yapılara gereken değeri veren biri, gotik yapıları es geçemez herhalde.
Gotik mimari, bence Avrupa’nın en özgün ve en çarpıcı mimari geleneğidir. Başka hiçbir kıtada, hiçbir kültürde taklit edilmemiştir. Tamamen Avrupa’ya özgü bir mimari akımıdır. Saymaya çalışıyorum, Avrupa’nın büyük Gotik kiliselerinin altmış tanesini görmüşüm. Daha da altmış tane görsem sıkılmam. Hepsi farklıdır, hepsi özgündür ve insan yaratıcılığının ulaşabildiği en görkemli zirvelerdendir. Gerçekten gerek daha önceki Roma mimarisi, erken Ortaçağ mimarisi, gerek sonraki dönem yani Rönesans, Barok, Neoklasik dönemlere oranla daha heyecanlı, daha cesur, daha muazzam bir mimari geleneği.
İlk aklıma gelen, bence eşsizler listesinin başında gelen Strasburg Katedrali. Aman Allahım, tüyler ürpertici bir güzellik. Milano Katedrali de çok güzeldir. Floransa bir şaheser. Siena ana akım Gotiğin biraz dışındadır, kırk defa gitsem doyamayacağım bir yer. Canterbury Katedrali bilemediğim bir nedenle bana bambaşka bir duygu verdi. Gittiğim gün çok hoş bir org resitali vardı. Yeni vefat etmiş biyoloji profesörü için arkadaşları özel bir konser düzenlemişler, sadece Bach koral prelüdlerinden oluşan bir anma programı, insanın unutamayacağı anlardan biriydi, belki de ondan etkilendim. Prag’ın iki tane gotik katedrali var. Bir yukarıda kale içindeki Vitus katedrali, bir de aşağıda Eski Şehir meydanındaki Tyn. İkisi de muhteşem şeyler. Sonra Viyana’da Stepansdom. Assisi’de San Francesco ziyaret kilisesi. Hakikaten unutulmayacak şaheserlerden bir tanesi İngiltere’de Cambridge yakınında Peterborough Katedrali. Tavan işçiliği akıllara durgunluk veren bir şiir. Salisbury keza. İnsanoğlunun gücüne, yaratıcılığına, ihtişamına inanmanızı sağlayacak eserler bunlar. Yani bunları görmedikten tanımadıktan sonra, insan yaşamı ne ki, değersiz bir sümük parçası diye düşünmeniz pekala mümkün, hatta makul. Tanık olduktan sonra anlıyorsunuz ki öyle değilmiş.
Gotik mimarinin, iki özelliğine parmak basayım.
Teknik açıdan Gotik mimarinin temel özelliği, sivri kemerin keşfidir. Ojiv sanıyorum diğer adı, iki ayrı eksantrik merkezden pergelle çizilmiş kemer. Roma mimarisinde yoktur, erken Ortaçağı mimarisinde de yoktur bu. 1140 yılı civarında birdenbire ortaya çıkar. Bu kemer normal yarım daire şeklindeki kemere oranla dışa doğru daha az baskı yapar. Ağırlığı aşağıya verir. Dolayısıyla çok daha yüksek kolonlar veya payeler üzerine yükseltilme imkanı vardır. Yarım daire kemerin ayaklarını çok yükseltirsen, yana doğru baskısı bir yerden sonra patlatır ayaklarını. Dolayısıyla o tür kemeri çok kuvvetli, sağlam, kalın, kallavi duvarlar üzerine inşa etmen gerekir. Oysa ki sivri kemer, büyük bir boşluğun üzerinde çok yükseklere kaldırılabilir. Bunun sonucu olarak o kiliseler dehşetli bir yükseklik kazanmışlardır ve yükselmeyle birlikte kalın duvarlarla çevrili bir mekan değil, yırtılmış, yarık olan büyük mekanlar, ışık alan mekanlar yaratma imkanı doğmuştur.
Bu sivri kemeri nereden bulmuşlar dersiniz? Sivri kemeri İkinci Haçlı Seferi esnasında, yani 1138 midir, 1142 midir, o tarihlerde Müslümanlardan almışlar. Çünkü sivri kemer, İslam mimarisinde ta 9. yüzyıldan beri beri kullanılan bir metot. İbn Tulun camii vardır Kahire’de, 9. yüzyıldan, devasa bir yer. Onun kemerleri sivri kemerdir. İslam mimarisinde hiçbir zaman sivri kemerin teknik imkanlarını sonuna kadar geliştirmemişler. Gotik katedrallere benzer yüksek yapılara hiçbir zaman teşebbüs etmemişler İslam dünyasında. Bu tekniği Müslüman dünyasından alıp yepyeni bir mükemmellik seviyesine taşımak 12. yüzyılda Avrupa kentlerine nasip olmuş.
Gotik adı bir hakarettir aslına bakarsanız. Got demek Almanlar için kullanılan aşağılama tabiri, barbar anlamında. İtalya’da Rönesans mimarisi yaygınlaştıktan ve Antik Roma mimarisi vazgeçilmez bir standart olarak benimsendikten sonra, İtalyanlar, yanılmıyorsam Vasari olacak, Ortaçağ mimarisini ‘Alman işi’ diye adlandırmış. Hanzo gibi bir kötüleme deyimi.
İkinci bir özelliği var Gotik mimarinin, bu da göz ardı edilmemesi gereken bir şey. Dehşetli uzun sürelerde inşa edilmiş. Bu katedrallerin hepsi iki yüz yıl, üç yüz yıl gibi süreçler içinde inşa edilmiş. Değişen modalara ve değişen sanat akımlarına göre yeni yorumlar getirilmiş. Çoğu zaman ustalık babadan oğula geçmiş. Dolayısıyla bu katedraller son derece kolektif eserler. Bir kentin 200 yıl boyunca kolektif iradesini temsil eden, tek bir mimarı olmayan, tek bir projesi olmayan, üstüne böyle parça parça parça parça eklenerek yapılmış eserler.
Mesela Paris’teki Notre-Dame katedralinin iki çan kulesi birbirine benzemez, iki ayrı tarzda yapılmıştır. Yahut Canterbury katedralindeki gibi, önce bir kiliseyi yapmışlar, sonra büyütmeye karar vermişlerdir. Büyütülen kısım yamuktur, yani aynı eksen üzerinde değildir. Ve en büyük güzelliği de bence odur, yamuk olması. Hiçbir mimar katedrali tek başına düşündüğünde böyle yamuk olarak tasarlamaz. Oysa ki binalara da, insanlara da güzelliğini veren şey, özgünlüğünü veren şey, yamukluğudur. Yani beklenmedik olan, standarda gelmeyen tarafları.
Otobiyografik not: Bu sohbeti izleyen yıl içinde bir düzine kadar Gotik başyapıt daha ziyaret etme imkanı buldum. Zirvesi sanırım Salamanca katedrali idi. İspanya’da Ciudad Rodrigo bir başka büyük sürprizdi. Fransız Gotiğinin üç klasiği Rheims, Rouen ve Soissons katedrallerini daha önce görmemiştim, ağzım açık saatlerimi geçirdim. Saint-Denis ve Chartres’ı çok gençken görmüştüm, hatıra tazeledim. Mont St-Michel’i birazcık sahte de olsa etkileyici buldum.