Ermeniler nasıl Hristiyan oldu
Pazar Sohbeti
12 Temmuz 2020
0:00
0:00

metin

Hristiyanlığın mezheplere ayrılma sürecinde Ermenilerin mezhep oluşumu nasıl gerçekleşti?
Siyasi bir olaydır, fakat siyasetin boyutlarını çok aşan sonuçları olmuştur.
451 yılında İstanbul yönetimi, o zamanlar Halkedon adı verilen Kadıköy’de bir genel kilise meclisi topladı. Hristiyanlık tarihindeki beşinci — evet beşinci — genel meclisti. Çok önemli ve tartışmalı kararlar alındı. Bir kere, iki yıl önce toplanan İkinci Efes Konsilinin kararları yok sayıldı. Bu olay, pek çokları gözünde Kadıköy Konsili’ni gayrimeşru konuma düşürdü. İkincisi, İstanbul Patrikhanesi fiilen dünya Hristiyanlığının yönetim merkezi ilan edildi. Gerçi Roma ile birlikte eş başkandır dendi, ama Roma o tarihte çöküş yolunda olduğundan, pratikte İstanbul’un tek başına hakimiyeti ilan edilmiş oldu. Bütün bunlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, tüm Hristiyan dini kurumları İstanbul merkezli kilise hiyerarşisine tabi hale getirildi. Manastırlar ve dini cemaatler, ait oldukları vilayetin piskoposluk makamına bağlandı. Vakıf gelirleri merkezileştirildi. Her vilayetteki kilise teşkilatı üzerinde piskoposların yetkileri radikal bir şekilde artırıldı. Sonuçta mecliste bir sürü esoterik teori konusu da tartışıldı. Fakat çıkardıkları otuz maddelik karar metninin otuz maddesi de kilise yönetiminin sıkılaştırılması ve merkezileştirilmesi üzerinedir, teoloji teorisi değil. Gayet ayrıntılı hukuki ve idari düzenlemelerdir. Bir ucu o tarihte Atlantik’e, öbür ucu Kızıldeniz’e dayanan Roma imparatorluğundaki Hristiyan cemaatlerinin özgürlüğü ciddi bir şekilde kısıldı ve merkezi bürokratik güç arttırıldı.
Roma’daki Papa konsil sonuçlarını protesto etti. Fakat Batı’nın durumu pek zayıftı, sonuçta boyun eğdiler. Doğu ise isyan etti. İsyan üç bölgede yoğunlaştı. Önde gideni Mısır’dır. İskenderiye Patrikliği 451 yılından itibaren alenen ve resmen İstanbul’a kafa tuttu. Suriye’de Antakya Patrikliği ona katıldı. Yüz seksen yıl süren inatlaşmadan sonra, 630’lu yıllarda doğudan yeni bir siyasi ve dini seçenek zuhur ettiğinde, bu ikisi hiç tereddüt etmeden o tarafı seçtiler. İslam dedikleri gelip geçici bir dalgadır, ondan faydalanalım diye hesap yaptılar. Hesapladıkları gibi olmadı gerçi, ama o ayrı mevzu.
Ermenilerin o tarihte siyasi birliği yoktu. Ülkenin büyük bölümü İran egemenliğine girmişti. Hz. Sahag’ın gayretleriyle ayakta durmayı başaran kilise kurumu, İran’ın Zerdüştçü dayatmalarına karşı ölüm kalım mücadelesi veriyordu. O yüzden Ermeniler ilk başta Kadıköy Konsili konusunda net bir tavır alamadılar. Fakat 451 yılındaki büyük ulusal ayaklanmanın İranlılar tarafından bastırılmasından sonra durum kendiliğinden netleşti. Ermeni Kilisesi Kadıköy Konsilini lanetledi; İstanbul Kilisesi ile bağlarını kopardı. Bizans ve İran’la — Rum ve Acem ile — eşit mesafede, denge politikası güden ayrı bir mezhebi benimsedi. En önemlisi, Ermeni dünyasında manastırlar, kilise hiyerarşisine karşı kuvvetli bir bağımsızlığı korudular.
Bizans mezhebine teknik dilde Halkedonculuk adı verilir, Kadıköycülük yani. Aradaki ayrım çoğu zaman bir doktrin ayrılığı olarak sunulur. Fakat böyle mücadelelerde doktrin işin bahanesidir. İsa’nın insan kimliği ile tanrısal kimliği bir midir, ayrı mıdır konusunda fikir ayrılığına düşmek ve bu yüzden boşanmak için altta başka sebepler olması gerekir. Zaten boşanmaya karar vermişsin. Bu da işin kılıfıdır. Hz. Meryem’e ‘tanrı anası’ demeyi reddetti, zındık! Bkz. ‘Anneme ana demeyi içine sindiremedi, hakim bey!’
Coğrafi dağılıma baktığınız zaman Kadıköycü mezhebin doğu sınırının aşağı yukarı Fırat Nehri olduğunu görürsünüz. Fırat’ın batısındaki iller, İstanbul’un tahakkümüne boyun eğdiler. Fırat’ın doğusunda ise uzun zamandan beri Yunan dili egemen yazı dili olmakla birlikte, yerel diller kendilerine ait bir yazılı kültür alanını korumuşlardı. Bu diller Ermenice, Süryanice ve Mısır’da Kıptice idi. 451’den sonra bu üç dil büyük bir gelişme göstererek Yunancanın boşalttığı sahaya yerleştiler. Ermenicenin alfabesi 428 yılında icat edilmişti. İzleyen onyıllarda zengin bir literatür üretti. Süryanicenin Rönesansı Ermeniceden yüz yıl kadar önce başlamıştı. 5. ve 6. yüzyıllarda altın çağını yaşadı.
451 yılından günümüze dek Ermeni Kilisesi İstanbul’dan bağımsız kaldı. Kayser Heraklios zamanında, 620-30’larda, tekrar II. Vasil zamanında, yani 1020’lerde, iki kiliseyi birleştirmek için muazzam çabalar sarfedildi, ama sonuç alınamadı. Ayasofya, Ermeniler için tarihte her zaman zorba bir gücün simgesi olarak kaldı.
Mezhepsel boşanmayla yaklaşık aynı tarihte Ermeniler devletlerini kaybetmişti. Bir kral, merkezi bir bürokrasi, sürekli bir ordu vs. sahibi değildiler. Bundan dolayı kilise, Ermeni ulusal kimliğinin baş temsilcisi haline geldi. O günlerden modern zamanlara dek Ermeni olmak, Ermeni devletine değil, Ermeni kilisesine ait olmak anlamına geldi. Ermenilik bilincini ayakta tutan kurum, kiliseydi. Ermeni dilini ayakta tutan da kiliseydi. Çünkü eğitim tamamen kilisenin tekelindeydi. Sübyan eğitimini her kilisenin bitişiğinde kurdukları mekteplerde verdiler. Yüksek eğitimi, İslam medreselerini andıran bir tarzda, manastırda verdiler. Yetenekli ve hırslı Ermeni gençleri için tek veya başlıca yükselme kanalı oldu kilise. Eski devirlerde dünyanın pek çok ülkesinde yetenekli gençler askerlik mesleğini seçerdi. Eline kılıç alırsın, savaşırsın, ganimet kazanırsın, şansın varsa devletin yönetici kadrolarına gelirsin. Ermenilerin elinde böyle bir fırsat yoktu. Vardı daha doğrusu, eğer kılıç mesleğini seçmek istiyorsa gidip İranlılara katılabilirdi; Müslüman ve Arap olabilirdi; Osmanlı’ya katılabilirdi. Milyonlarca Ermeni bu yolları seçti. Ermeni kimliğini terk etti. Arap oldu, Türk oldu, Kürt oldu. Fakat eğer Ermeni kalacaksa ve hırslıysa, yükselmek istiyorsa, makam ve mevki sahibi olmak istiyorsa, gideceği yer manastırdı. Papazlık ve hocalıktı. Önünde açık olan en cazip kariyer rotası kiliseydi.
Özetle, Ortaçağ Ermeni tarihi bir teokrasi tarihidir. Kilise kurumunun, yani kılıç değil kitap kullanan bir egemenlik organının baş rolü oynadığı bir yapılanmadır.
Teokrasi kötü tabi, hepimiz biliyoruz değil mi? Kara papazlar. Taassup. Sakal, cüppe. Aman aman! Fakat bir de şöyle düşünelim isterseniz. Kilisenin egemenlik aracı kılıç değil, kitaptır. Mitolojidir, yani anlatıdır. Bu yüzden olacak, Ortaçağ’da Ermeniler, komşularına oranla, olağanüstü denilecek oranda okuryazar olan, kitap yazan, kitap okuyan bir toplum oldu. Nüfus ve yüzölçüm ve siyasi güç açılarından İran’ın beşte biri dahi olmayan Ermeniler, 10. yüzyıl öncesinde İran’ın belki on katı yazı üretti.
Karşınızda Sevan Nişanyan, ki dindar biri değildir, Ermeni kilisesiyle pek alakası yoktur, ailesinde papaz da yoktur. Fakat genetik değil kültürel bir şey, oturup sözlük yazıyorsa, sözlük yazmak gibi akla ziyan bir işe girişiyorsa, bundan zevk alıyorsa, bir iki başka Ermeni dışında tanıdığı hiç kimse böyle bir işe girişmemişse, bu hadisenin arkasında bin beş yüz yıllık bir teokrasinin izleri vardır.
Otuz sene önce biri bana bunu söyleseydi güler geçerdim. Şimdi insan düşünüyor, insanın kaderini, insanın tercihlerini belirleyen o kadar büyük bir tarih var ki. Sırtında binlerce yıllık kocaman bir küfe var. O küfeyi yok sayamazsın. Birçok şeyi o belirliyor. Hayatta verdiğin küçücük kararlar bazen olmadık ölçüde büyük sonuçlara yol açar. O yolu değil bu yolu seçersen başka bir ufka çıkarsın. O küçük kararlarda bir sürü psikolojik faktör rol oynar. Neden bir adam çocuk yaştan itibaren kitap okuyup, kitaptaki bilgileri ezberlemek, kitaplar arasında bağlantılar kurmak, kitaplardan hareket eden öyküler anlatmak ihtiyacı duymuş? Besbelli ailesinden, çevresinden birtakım ipuçları almış. O ipuçları nereden kaynaklanıyor diye sorarsan da işte sözün ucu böyle yerlere dayanır.