Ermeni soykırımı nasıl anılmalı
Pazar Sohbeti
24 Nisan 2022
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Bugün 24 Nisan. Bu vesileyle Ermeni Soykırımının tanınması konusunda gelmiş olduğumuz noktayı nasıl değerlendirirsiniz?
Dünyanın her yerinde, tabii özellikle şu anda bulunduğum Ermenistan’da, bu tarih Ermeni Soykırımını anma günü olarak değerlendirilir. Bu ülkede çok mühim, çok duygusal bir olay. Bütün bir şehir nüfusu, çoluk çocuk, yaşlı genç herkes yaya olarak tepedeki Soykırım Anıtına gitti. Gerçekten etkileyici bir görüntüydü. Milli duygular ve milliyetçi ifadeler konusundaki genel tavrımda bir değişme olmasa da, sonuç olarak insani bir olayla karşı karşıyasınız. Ve bu insani olay insan olanı ister istemez etkiliyor.
Soykırım neydi
24 Nisan 1915’te ne olduğunu eminim biliyorsunuz. Bir kez daha hatırlatmaya gerek var mı? 24 Nisan aslında soykırım olayının kendisi değil, öncüsü. 24 Nisan 1915 gecesi İstanbul’da, Erzurum’da ve ülkenin diğer belli başlı yerlerinde Ermeni toplumunun siyasi ve kültürel ve dini önderleri tutuklandı. İstanbul’da alınanlar 235 veya kimi kaynaklara göre 240-250 kişiydi. Bunlar Osmanlı Devletindeki Ermeni toplumunun ileri gelenleriydi, yazarlar, fikir öncüleri, siyaset adamları, milletvekilleri, doktorlar, avukatlar, din adamları, şairler, ressamlar vesaire. Adı duyulan ve toplumda etki sahibi olan entelektüel kesimin tamamı tutuklandı. Bir operasyonla evlerinden, sokaktan, lokantadan toplandılar. Birkaç gün sonra Anadolu’da iki yere, bir grup Ayaş’a, bir grup Çankırı’ya gönderildi. Aralarından bir şekilde kurtulmayı başaran üç dört kişi oldu, diğerlerinden bir daha haber alınamadı. Öldürüldüler.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde olsun, Osmanlı döneminde olsun sık sık rastladığımız türden bir siyasi çökertme operasyonuydu. 2016’da da bunun benzerini yaşadık. 12 Eylül’de de bunun benzerini yaşadık. Özellikle 12 Mart’ta bunun benzer bir hamle olan Balyoz Operasyonunu yaşadık. Devlet fişliyor, bilgi topluyor, günü geldiğinde birdenbire tepelerine çöküp herkesi toplayıp götürüyor. Suçlu suçsuz, gerçekten siyasi eyleme karışmış karışmamış, fark etmiyor. Çünkü bu tutuklananlar arasında müfrit milliyetçi Ermeni hareketlerine şiddetle karşı olanlar da vardı. Herhangi bir örgütle ilgisi düşünülemeyecek olanlar da vardı. Önemli değil. Kuruyla beraber, yaş da yandı. Aynı şeyler Erzurum’da, Sivas’ta, Kayseri’de, Yozgat’ta da yaşandı. Sivas’takinin ayrıntılı hikayesini olayı yaşayanlardan bire bir duyan birisinden dinlemiştim.. Bütün ileri gelenler görüşme bahanesiyle valiliğe çağrılıyorlar. Birer birer bir odaya alınıyorlar. Öldürülüp pencereden dışarıda bekleyen kağnı arabasına atılıyorlar. Böyle bir temizlik.
Buradaki fikir şüphesiz toplumun siyasi önderlerini, ses çıkarabilecek nitelikteki insanlarını temizlemekti. Peşinden Mayıs ayında ülkenin her yerinde sivil halkın çoluk çocuk hepsi beraber sürülmesi operasyonu başladı. Ondan sonra olay gitgide çığırından çıkarak Ağustosa doğru bir katliam çılgınlığına dönüştü.
Şimdi itirazları duyar gibiyim. Takmışın kafana soykırımı, geçmişe mazi, unut artık bunları, hem siz de Türklere şunları bunları yaptınız, vesaire. Bu eleştirileri çok iyi tanıyorum. Şunu söyleyeyim: Hiçbir tarihte soykırım üzerinden duygu sömürüsü yapmayı düşünmedim. Vah insancıklar öldü, bebeler sokakta kaldı edebiyatına girmedim. İnsan olan herkes bunların acısını hisseder. Fakat bu acı edebiyatının aradan 107 yıl geçtikten sonra ne anlamı vardır, neye hizmet eder, bu konularda yeterince zihnim açıktır sanıyorum. Soykırımın sebepleri ve gerekçeleri konusunda da tahmin ettiğinizden çok daha fazla mesai yaptım. Olaya hem Türkler tarafından, hem Ermeniler tarafından bakabildiğimi zannediyorum. Ne düşündüler, nasıl bir kontekst içinde gerçekleşti bu olay? Türkler Rumeli’den nasıl kovuldular? Çerkesler Kafkasya’dan nasıl kovuldular? Çeşitli ulus devletlerin dolabında başka ne iskeletler var? Yunanlar neler yaptı, Bulgarlar neler yaptı, Sırplar hangi cinayetleri işledi? Bunlara ayrıntılı olarak vakıfım. İşin objektif bir tarihi bir analiz içine nasıl yerleştirmesi gerektiğine dair her türlü tartışmaya, her türlü fikir teatisine varım.
Yalnızca şunu söyleyeceğim. Soykırım oldu mu olmadı mı konusunda bir tartışmanın büsbütün abesle iştigal olduğunu düşünüyorum. Soykırım olmadı demek ya komple cahilliktir, yani tarihten haberi yok arkadaşın. Kuranı Kerimi Sultan Abdülhamid yazdı demek gibi bir şey. Kes sesini, hadi git bakayım çocuğum demekten başka yapacak bir şey yok. Ya da az çok biliyorlardır. Ve o zaman da soykırım inkarı ahlaksızlıktır. Sosyopatik bir davranıştır.
Soykırımı inkar etmek ya cahilliktir ya ahlaksızlıktır. Çoğu zaman ikisi birdendir. Bu konuda en ufak bir kuşku yok kafamda. Bütün dünya biliyor Türkiye dışında. Araplar dahil, Pakistanlılar dahil, Azeriler dahil, Ruslar dahil ve Batılılar dahil herkesin bildiği yalın bir gerçektir. Türk Devleti şu veya bu nedenle, doğru veya yanlış gerekçelerle, panikten ya da başka nedenlerle, 1895 yılından itibaren adım adım bir soykırım projesini tasarladı. 1913 yılından itibaren gayet bilinçli ve sistemli bir şekilde altyapısını hazırladı. Ve 1915 yılında Türk devletinden ve Osmanlı devletinden beklenmeyecek bir sistemlilik ve bilinçlilikle bu işi uygulamaya koydu. Amaç Anadolu’nun gayrimüslim nüfusunu ortadan kaldırmaktı. Bunu inkar ediyorsanız konuşmaya değer biri değilsiniz. Ya hiçbir şey bilmiyorsunuz, konuşmaya ve tartışmaya değmez. Ya da yüzünüze tükürülecek derecede ahlaksız insanlarsınız. Nokta.
TC’nin politikaları
Türk Devleti, aslına bakarsanız 1975 yılına kadar soykırım konusunda farklı bir politikaya sahipti. Suskunluk politikası izlediler. Bu konuda herhangi bir tartışmaya girmeye gerek görmediler. TC Devleti ve onun sözcüleri ve temsilcileri pekala biliyorlardı soykırımı. Fakat bu konuda konuşmanın lüzumsuz olduğu kanısındaydılar. Atatürk döneminde, İnönü döneminde, Menderes döneminde, hatta 27 Mayıs rejimi döneminde, Ermeni meselesi konusunda dişe gelir hiçbir tavır, hiçbir söz ile karşılaşmazsınız.
1965’te dünyada ilk kez soykırım hadisesi yeniden gündeme gelir. Bunu ilk başlatan Sovyetler Birliğidir. İlk kez Moskova’nın üstü kapalı desteğiyle Sovyet Ermenistanı’nda bu konu 50. yıl münasebetiyle gündeme getirilir. Türkiye’de Demirel hükümetinden bir iki mırın kırın ses yükselir. Fakat Türkiye bu konuyu ciddiye almaz ve suskunluk politikasını korur.
1960’lar öncesinde Türkiye’nin Batı dünyasında itibarı yüksekti, Türkiye sevilen ve kollanan bir ülkeydi. Batının yayın dünyasında bu konuyu konuşmama yönünde bir konsensus vardı. 1975’te, Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgalinden kısa bir süre sonra, hatta belki 1974 diyebiliriz dönüm noktasına, birdenbire Batı dünyasında Ermeni konusu patlak verdi. Asala adı verilen, iç yüzü hala bugüne kadar aydınlatılmamış olan bir örgüt çıktı ortaya. Türk kurumlarına ve büyükelçiliklerine saldırılar düzenledi. Peşinden bütün Batı basınında Ermeni soykırımı 20. yüzyılın büyük insanlık suçlarından biri olarak hatırlanıverdi.
Türkiye o tarihte aptallıktan başka herhangi bir şekilde tanımlanamayacak olan bir politikayı seçti. Bu fırtınayı blöfle atlatabileceğini düşündü. Körlemesine inkâr yolunu seçti. Bu fikrin mimarları kimdi? Önde görünen isimler Coşkun Kırca, Gündüz Aktan gibi Dışişleri Bakanlığı görevlileridir. Arka plandaki isim tahmin ediyorum Kamuran İnan’dır. Onun da arkasında kim vardır Allah bilir, ilk aklınıza gelen mihraklar olmayabilir. İnkar politikasını bunlar oluşturdu. Büyük bir yaygara ile, böyle bir şey olmamıştır politikasına saplandı Türkiye. Ve bir kere o çizgiye girince bir daha da geri adım atamadı.
Oysa daha 1975’te bunun fiyaskoyla sonuçlanacak bir politika olduğu belliydi. Çünkü Türkiye 1974’ten sonra, düne dek kendisini koruyan, kollayan ve pohpohlayan Batı dünyasında birdenbire irtifa kaybetti. Kıbrıs hadisesi çok ağır bir travmaydı ve bu travmadan sonra Türkiye’nin Batı ile ilişkileri bir daha dikiş tutmadı. Amerika’da, Fransa’da, İngiltere’de Türkiye aleyhine bir rüzgar esmeye başladı. Ve böyle bir ortamda Türkiye’nin, bütün dünyanın bildiği bir geçmişteki suçu inkar etme tavrı, bu yüzsüzlüğü, bütün dünyanın işine geldi. Türkiye’yi dürtüklemek için, Türkiye’nin canını yakmak için enfes bir gerekçe yaratılmış oldu.
Bu aptalca politikadan Türkiye, 1975’ten bugüne, demek ki 47 senedir, bir türlü vazgeçemedi. Geri adım atma basiretini gösteremedi. 2005’ten 2011 veya 12’ye kadar küçük bir parantez, bir umut penceresi açıldı. Umuldu ki Türkiye sırtındaki bu vicdani kamburu, bu ahmakça politikayı belki terk edecek. Hem sağ kesimde hem sol kesimde etkili oldu bu iyimserlik. Cumhuriyet gazetesi hariç ana akım medyada, Radikal’di, Milliyet’ti, Hüriyet’ti, hatta Yeni Şafak gibi aklı başında İslamcı yayınlarda, Zaman gazetesinde, şu hadiseyle artık yüzleşelim de geçsin bu olay tavrı egemen oldu. İlk kez Türkiye’de soykırım hadisesi gerçekten tartışıldı ve gerek sağın gerek solun birçok fikir önderi, aklı başında birçok insan aşağı yukarı ortak bir noktaya vardı. Adına soykırım diyelim veya demeyelim, ama sonuçta berbat bir iş olmuş; bu ülkenin asli evlatları olan milyonlarca Ermeni sefil edilmiş, yok edilmiş, kovulmuş; onlar da zarar görmüş, insanlık da zarar görmüş; zarar görmese bile ayıp bir şey bu; vicdanen ayıplanması gerekir...
Özel düzeyde pek çok insan bunları düşündü ve söyledi. Ama resmi düzeyde bu adımı atma cesaretini gösteremedi Türkiye. Gösterseydi, Türkiye için çok daha iyi bir şey olacaktı. Ferahlayacaktı Türkiye. Sırtından ağır bir yükü, riya yükünü, çok kalabalık olan riya yükünün en azından irice bir lokmasını atmış olacaktı. Ermeni toplumu da 107 seneden beri sırtında ağır bir kambur olarak taşıdığı, bir ruh hastalığı olarak taşıdığı soykırım saplantısını belki de aşma yönünde bir adım atabilmiş olacaktı.
Ben takriben 2014’e kadar bu konuda kısıtlı imkanlarımla bir mücadele vermeye çalıştım. Bu konuyla yüzleşmesini istedim Türkiye’nin. Çünkü ben Türkiye vatandaşıyım, en azından idim, Türkiye’nin problemleri beni Ermenistan’ın problemlerinden daha fazla ilgilendiriyor. Türkiye vatandaşı olan biri olarak, Türkiye’nin birtakım hastalıklarını aşabilmesini, daha sağlıklı bir toplum olması yolunda önemli bir adım olarak değerlendirdim.
2014 zannediyorum, ya da 2015, yüzüncü yıl, benim için artık dönüm noktasıydı. Yüz yıl önce olmuş olan birtakım acı vakaların yasını bir toplum daha ne kadar taşıyabilir? Bunun inandırıcılığı nedir? Bunun ahlaki ve akli denge ile bağdaşırlığı nedir? Bu noktaya geldim.
Özetleyeyim isterseniz. Öncelikle, soykırım, Abdülhamit zamanından itibaren, onu izleyen yüz yılın en önemli sosyal ve siyasi vakasıdır. Türkiye toplumunun rengini ve kompozisyonunu değiştirmiştir. Modern Türkiye’nin geçirdiği dönüşümlerin en önemli psikolojik ve ekonomik temeli soykırım travmasıdır.
Bu ülkenin dününü ve bugününü anlamaya başlamak için bu gerçekle yüzleşmek lazımdır. Bunu yaparken her iki tarafın, hatta diğer tarafları da katıp Balkan ülkelerinin, Batı ülkelerinin, Almanya’nın bakış açılarını hesaba katıp, ne yapmaya çalışıyorlardı? Kaygıları nelerdi? Hedefleri nelerdi? Bunları düşünmek ve tartışmak gerekir. O zaman daha sağlıklı, daha sakin bir tartışma belki mümkün olur.
Fakat, yok efendim olmamıştır dedikleri sürece, ahmakla tartışılmaz ki, ne tartışacaksın? Adamın bir şeyden haberi yok ya da büsbütün ahlaksız. O zaman yapacak bir şey yok. Çözülmeyen bir kördüğüm olarak kalır bu mesele.
Türkiye’nin çok mu umurunda bu aşamada? Dünya bambaşka yerlere gidiyor. Bu konuların modası çoktan geçti. Bir dönem Türkiye’yi dürtüklemek için bir sopaydı soykırım meselesi. Türkiye bu badireyi iyi kötü atlattı. Şamar oğlanı olmuş yüzsüz çocuklar gibi dayak yedi, yedi, yedi, ama sonuçta hiçbir şey olmadı. Başladığı noktaya döndü her şey. Yazık ki yol açacak, ufuk açacak, yeni yerlere gidecek bir imkan da yaratılamadı.