Elit kime derler
Pazar Sohbeti
4 Temmuz 2021
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Türk elitlerinden söz ediyorsunuz, kastiniz kimlerdir? Eğitim, görmüş geçirmişlik ve bilgi birikimi olarak, bunlar elit sözünü hak edecek insanlar mıdır? Kamuoyunda görünen kişiler midir yoksa kapalı kapılar ardında mıdırlar?
Elit kelimesini siyasi ve toplumsal analizde sık sık kullanma eğilimindeyim. Çok açıklayıcı, çok önemli bir kavram olduğunu düşünüyorum. Özetle, elit demek toplumun seçilmişleri demektir. Bunlar iyidir, kötüdür, bilgilidir, bilgedir, şımarıktır, filozoftur, kibardır, sakalları ağarmıştır filanla alakası yok. Toplumda kendi yakın çevreleri dışında daha geniş bir kesimi etkileme pozisyonunda olan herkes elittir. Seçkinlerdir. Bunlar, milyonlarca sıradan insan arasından, bir şekilde, birtakım süreçlerle seçilmişler, makam ve mevkilere gelmişler.
Kimler bunlar? Siyasi önderler elbette. Yetki ve makam sahipleri, yani bürokratik yetki sahipleri, generaller, müdürler, bakanlar. Medya ve yayın dünyasında sözü dinlenen kişiler. Yani yüzlerce, binlerce, on binlerce insanın bir şekilde fikirlerini oluşturan, onların ne şekilde düşüneceğine etkide bulunan kişiler. Popüler romancılar. Sahne kişilikleri. Büyük zenginler. Mafya babaları. Bunların hepsi elittir. Yani aile ve mahalle çevresinin dışında, tanımadıkları insanlar üzerinde, binlerce veya milyonlarca insan üzerinde üzerinde etki sahibi olan insanlar.
İstisnasız her toplumda, çeşitli süreçlerle insanlar elit pozisyonuna gelirler. Bunun en tipik yolu, eğitimdir. Diğeri kooptasyondur, yani eski elitler yenileri alır, ellerinden tutar, yükseltirler, çırak edinirler, halef olarak yerlerine getirirler. Belli ailelerden veya çevrelerden gelenlerin önü her zaman daha açık olur. Sonuçta toplum çeşitli yöntemlerle kendi içinden birilerini seçer ve yükseltir. Hakkı varmış yokmuş, bunlar tali konulardır, o değil mesele. Mesele birtakım insanların seçilmişler arasına katılması hadisesidir. Bunu bir toplum nasıl yapıyor, hangi yöntemlerle insanları seçiyor, kimleri seçiyor, neden seçiyor? Bu çok ilginç, çok değerli bir analiz sahasıdır.
Bu bakış açısı özellikle Amerika’da Talcott Parsons’ın 1950’lerde önayak olduğu bir bakış açısıdır. Parsons bir hayli radikal bir düşünürdür, Marksist değildir fakat düzene ilişkin eleştirel bakış açısı olan bir sosyologdur. Onun bende epeyce etkisi olmuştur.
İnsanlar birtakım süreçlerde seçilir ve etkin pozisyonlara gelir dedik. Tüm toplumlarda, her zaman, bu pozisyonlardaki insanlar kendilerini bir aristokrasiye dönüştürme eğilimine sahiptirler. Yani, ‘bizden’ olanları ayak takımından ayıran birtakım karmaşık kültürel kodlar üretip, ayak takımının kapıdan içeri girmesini zorlaştıran tedbirler alırlar. Seçim sürecini istediğiniz kadar meritokratik yapın. Diyelim ki ideal bir toplumda elitleri tamamıyla yetenek üzerine, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan, hiç kimsenin geçmişine, ailesine, ana babasına, şeceresine bakmadan yetenekle yahut hatta kurayla seçiyorlar. Herkesi yatılı okullara alıyorlar, en parlak öğrencileri seçip, gel evladım seni müdür yaptık, gel evladım seni padişah yaptık diyorlar. Hiçbir şey değişmez. Böyle seçilen insanlar derhal etraflarına bir duvar örmeye başlar. İnsan tabiatıdır. Bu duvarın en önemli fonksiyonel tezahürü ise, bu insanların kendi evlatlarını kendilerine benzer pozisyonlara getirtmeye çalışmasıdır. Bu maksatla, olağanüstü kompleks birtakım kültürel kodlar geliştirirler. Şu müziği dinlemek seçkin, şu müziği dinlemek aşağıdır. K harfini öyle değil böyle telaffuz etmek kibardır. Üç değil dört düğmeli ceketin modası artık geçti, ne banal! Siyah ayakkabı içine beyaz çorap giymek, korkunç! De da’yı ayırmayı bilmeyen köylüdür. Kapı önüne ayakkabı konmaz, içeriye konur. Şimdi taş duvar moda. Bu kodlar, kursa gidip kolayca öğrenilecek şeyler değildir. Ancak seçkinlerin doğuştan itibaren o kodlarla yetişmiş olan evlatları o kodları hakkıyla öğrenebilir, adeta anadili gibi o dili konuşabilir. Bu da seçkinlerin evlatlarına, bir sonraki kuşağın toplumsal hiyerarşisinde yer kapma kavgasında muazzam bir avantaj sağlar. Şatonun kapısından içeriye başkalarının girmesini etkili bir şekilde engeller.
Bunu böyle yapmamış olan bir toplum yoktur. Komünistler biliyorsunuz Sovyetler Birliğinde bütün ayrıcalıkları radikal bir şekilde yerle bir ettiler. Halktan olan herkes, herhangi bir köylü ve işçi, emekle ve özveriyle her pozisyona gelebilir dediler. Bir sonraki adımda ne yaptılar? Kendilerine bir koza örmeye başladılar, bir kast oluşturmaya başladılar. Mahallelerini ayırdılar, okullarını ayırdılar. Giydikleri pabuçları, bindikleri otomobilleri ayırdılar. Bir aristokrasi oluşturdular. Bu iyi bir şey midir, kötü bir şey midir meselesini ayrıca tartışırız. Mutlak eşitçilik iyi bir şey midir, meritokrasi nereye kadar bir topluma faydalıdır meselesini de ayrıca tartışırız. Gelmek istediğim mevzu başka. Türkiye’den söz edeceğiz.
Türkiye’de Tanzimattan bu yana kökleşmiş olan bir aristokratik eğilimli sınıf var. Bu sınıf 1910’larda çok kan kaybetti, Cumhuriyetle birlikte saflarını yeni kadrolarla doldurdu. Kendini toplumdan ince ince kodlarla, birtakım davranış labirentleriyle ayırt eden, bundan dolayı kendisi gibi çocuklarının da seçkinliğe hak kazandığını düşünen bir kesimdi. Her toplumda olduğu gibi, Türkiye’de de vardı, hala da var. Fakat bu kesim, bir dizi tarihi neden ve koşul sonucunda ülke üzerindeki egemenliğini kaybetti. 1950’lerden başlayan bir süreçte önce devlet kademesinde, bürokraside direnişle karşılaştı. Taşra kökenli yeni kadrolar ön plana çıktı. 1980 askeri darbesinden sonra tamamıyla bürokrasiden, devlet yönetiminden dışlandı. 2000’den bu yana tam bir hezimet halinde, tam cephe ricat halinde, halen tutunabildiği bütün kurumlardan tasfiye ediliyor.
Bugün mesela Boğaziçi Üniversitesi’nde verilen savaşın anlamı budur. Orada kökleşmiş olan, uzun zamandan beri orayı kendi kalesi olarak gören, “bak şu çimin güzelliğine, bak şu kütüphanenin güzelliğine, bak şu Boğaz manzarasına, burası bizimdir, ayak takımı giremez” diyen zümrenin pozisyonu zayıfladı, zayıfladı. Şimdi bir fiskeyle oradan kovulma aşamasına geldiler. Daha önce Türk Tabipler Birliğinde benzeri şeyler yaşandı, her kademede yaşandı. Tüm üniversitelerde yaşandı. En önemlisi basın ve yayın dünyasında yaşandı. Türk basını 1980’lere kadar kendi kendini sürdüren, kendi çıraklarını kendi yetiştiren kapalı bir zümrenin tekelindeydi. İyi miydi kötü müydü demiyorum. Bunlar arkadaşlarımız bizim, dostlarımız, iyi insanlar var aralarında. Fakat bu zümre bugün medyayı kaybetti, yenildi ve geri de gelemeyecek. İmkan ve ihtimal görünmüyor.
Bir sınıfsal değişim yaşanıyor Türkiye’de. Bunun sonucu nedir? Türkiye’de artık nefes alma imkanı bulamayan bu insanların çok önemli bir kısmı yurt dışına göçtü. Son on yılda Türkiye’den yurt dışına göçenlerin sayısının dört milyon olduğu söyleniyor. Dört milyon! Çok büyük bir sayı bu. Şu anda dünyanın hemen hemen her yerinde, özellikle Batı dünyasında, Avustralya’da, Kanada’da, Estonya’da, Slovenya’da bir Türk diasporası oluştu.
İnsanların kendi yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalmaları, kendi yurtlarında tutunamamaları çok acı bir şey. Bunu anlamak lazım, bunun romanlarını yazmak lazım. Bunun trajedisini yazmak lazım. Ve fakat, objektif olarak baktığımızda, kaçınılmaz bir süreç bu. Ve hala Türkiye’de biz medeniyiz, en iyi kafelerde biz otururuz, biz İstanbul Sözleşmesini çok severiz diyen sınıfın olan biteni anlamak istememesi, niçin yenildik meselesini anlamayı reddetmesi bana daha da acı geliyor. Akıl tutulmasının bu derecesi nasıl olur diye inanın kendi kendime sık sık soruyorum. Sosyal medyada, biliyorsunuz o klişeleri, bunlar cahil, bunlar çomar, memleket bunlar yüzünden falanca enstitünün istatistiğinde 189cu sıraya düştü diye diye sonsuza dek tekrarlanan bir terane var, bir tür mantra, dua eder gibi. Çok acıklı geliyor bana bu akıl tutulması. Anlamıyorlar, anlamayacaklar. Ve bu yüzden yenildiler.
Yapacak bir şey yok.