Elazığ depremine üzülmeli miyiz
Pazar Sohbeti
26 Ocak 2020
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
24 Ocak 2020’de 41 kişinin ölümüyle sonuçlanan Elazığ depreminden iki gün sonra yaptığımız Pazar Sohbetinden bir bölüm.
Dün bir tweet paylaştım. Çok üzerinde durmadan paylaştım bu tweet’i. Şöyle dedim.
“Elazığ, Türkiye’nin en bağnaz, en cahil, en paranoyak, cinsel saplantılı, maddi ve manevi tecavüz kültürü en gelişkin kentidir. Gasp edilmiş emlak üzerine kuruludur. İnkar edilmiş kimliklerden örülü bir hapishanedir. İdolü Mehmet Ağar’dır. Fakat çocuklara yazık tabi, onlar suçsuz.”
Bunun üzerine tekrar alışık olduğumuz gibi kıyamet koptu. Türkiye bir anda depremi unuttu, iç çatışmalarını unuttu. Müslümanı, laiki, Kemalcisi, feministi, komünisti, hep beraber. milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu elim günlerde, Toronto’dan tweet atan bir Ermeninin, Türkiye halkının bir kısmını olumsuz görmesini, onlardan hoşlanmamasını, veee... duygusunu ifade etmesini, milli bir felaket olarak algıladılar. Bunu bana yakıştıramadılar, yahut da yakıştırdılar, bilmiyorum. Korkunç bir linç fırtınası koptu. Türkiye’deki Ermeni dostlarımız da, muhtemelen her zamanki gibi göt korkusuna kapıldıklarından, bir şekilde bu kampanyaya katkıda bulunmayı önemli saydılar.
Ne demişim burada? Elazığ Türkiye’nin en bağnaz kentidir. Bunun aksini iddia eden varsa gelsin bana. Belki diyebilirsiniz ki Erzurum daha kötüdür. Konya daha kötüdür. Kayseri de birinciliğe oynar. Türkiye’nin orta kesimlerinde ve ortadan doğuya doğru uzanan kesimlerinde bu iş artık çığırından çıkmış bir yere gelmiştir. Bağnazdan kastımız şu, yobaz da deniyor bunlara: Kendi bildikleri ve alışık oldukları tarzda olmayan, en ince ayrıntısına dek aynı töreye sahip olmayan kimseyi insan olarak göremiyorlar. Bir düşman, bir nefret edilecek mahluk, temel insani haklardan yoksun birisi olarak görüyorlar. Onlara karşı her türlü saldırganlığı, her türlü nefret söylemini, her türlü hakareti doğal kabul ediyorlar. Okulda böyle öğrenmişler, evde böyle öğrenmişler.
Konya’dan Elazığ’a ve Erzurum’a uzanan bölgede, şehirlerde onların anladığı anlamda Müslüman ve Türk olmayan birinin sürekli olarak hakarete uğrayacağı, güvenliğinden hiçbir zaman emin olamayacağı, en ufak bir sıkıntı ortaya çıktığında dayak yiyebilirim, öldürülebilirim, her şey gelebilir başıma korkusuyla yaşayacağı gerçeği var ortada. Bu, takdir edersiniz ki insanda tiksinti ve nefret uyandıran bir hadisedir. Kendilerinden olmayan her şeye karşı bir düşmanlık üzerine kurulu bir kültürün yayıldığını görüyoruz. Eskiden beri vardı bu bir ölçüde, fakat daha sempatik, daha makul düzeylerdeydi. Son yıllarda bir çılgınlık seviyesine varmıştır.
Özellikle son yirmi-otuz yılın Kürt olaylarından, Kürt isyanına karşı devletin aldığı terör tedbirlerinden bu şehirler ciddi bir şekilde etkilenmiştir. Kürdistan’ın periferisinde olan Gaziantep, Maraş, Elazığ, Erzurum gibi şehirler taraf olmak zorunda kalmışlardır. Dehşetli bir düşmanlık isterisi yaratılmıştır bu şehirlerde. Kürtlerden insan değil, mahlukmuş gibi söz etmek, Kürtlere hakaret etmek, ulusal kültürün bir parçası haline gelmiş. Kent kültürünün bir parçası haline gelmiş. Bu nefret söylemlerine baktığınız zaman, bu şehirlerin medeniyetle ilgisini kaybetmiş yaşanmaz yerler olduğunu hissediyorsunuz, net olarak görüyorsunuz. Ben Elazığ’a birkaç kez gittim yirmi otuz yıllık bir süreç içinde. Elazığ’ın ilçelerinde durum bu kadar vahim değil. Mesela Palu da bağnaz bir yerdir. Palu da Ermeni katliamı üzerine kurulu bir yerdir. Fakat insanlarında bir dobralık var, bir düşündüğünü pat diye söylemek gibi bir alışkanlık var. Kürt olmalarından gelen daha başka bir karakter özelliği var. Özellikle devlet ideolojisine tamamen teslim olmamanın getirdiği bir duruş var. Biraz daha dik duruyorlar. O dikliği Elazığ’da görmüyorsun. Kuzeye doğru gittikçe Karakoçan ilçesi vardır. Alevidir orası, Dersimlidir halkı. Nispeten düzgün insanlardır. İki laf edebileceğin, korkmadan, hakarete uğramadan sohbet edebileceği insanlar az değildir. Asıl problem Elazığ şehrinde.
Şunu görmek lazım. Bu bağnazlığın temelinde cehalet var. Şu anlamda cehalet: Oradaki küçücük dünyalarının dışında bir dünyanın var olduğundan haberdar değiller. Oradaki küçücük dünyalarının değer ve törelerini paylaşmayan insanlardan basbayağı korkuyorlar. Korktukları için de saldırganlaşıyorlar. Korkan insan tehlikelidir. Korkan insanın nerede, ne zaman, neyi vuracağını kestiremezsin.
Devam ediyoruz. “Maddi ve manevi tecavüz kültürü gelişkin bir kenttir” ifadesini kullanmışım. Bu söz tabii insanları özellikle çıldırttı. Tecavüz kelimesinin anlamını belki biliyorsunuz. Trespass etmek denir İngilizcede. Başkasının alanına zorla girmek. Başkasının alanına tecavüz etmek. Sadece bel altından tecavüz edilmez insanlara. Her alanda tecavüz edilir. Kafasına da tecavüz edilir, alanına, malına, mülküne, evine de tecavüz edilir. Bu anlamda dedim, maddi ve manevi tecavüz kültürü. Ezan, mesela, manevi tecavüzün en belirgin biçimidir. Sana yaşam hakkı tanımıyorum diyen, bunu bağıra bağıra söyleyen, kafana kakarak söyleyen bir davranış biçimidir.
Elazığ ve benzerlerine gelince, bir kere A- aralıksız olarak her an, insanların cinsel tecavüz korkusuyla yaşadığını, başlarına gelebilecek en kötü şeyin ırza tecavüz olduğuna inandıklarını ve bunun her an bir gerçeklik olduğunu hissettiklerini görüyorsun. B- En ufak bir öfke anında, en ufak bir kızgınlıkta akıllarına gelen ilk şey tecavüz etmek oluyor. Anana, avradına, geçmişine, geleceğine, giysine, kafana, gözlüğüne, her tarafına cinsel organlarını sokmak gibi bir tahayyülle, bir kültürle yaşıyorlar. Bunu çok net olarak dünkü linç hadisesinde de gördük. Şu ana kadar 3.900 tane cevap geldi o yazdığım şeye. Bu 3.900 tane arasında 2.900’den fazlası, 3.000 kadarı, şaşılacak bir rakamdır bu, bana tecavüz etme hayalleriyle doluydu. Bana, aileme, eşime, anneme, sülaleme, vs. vs. Kızdırdım bu insanı tabii, kızgınlıkla cevap vermesi normaldir, bunu anlayabiliyorum, hepimiz anlayabiliyoruz. İnsanların kızınca sert birtakım şeyler söylemeleri normaldir. Fakat normal olmayan şu, 3.900 kişi arasında 3.000’i neden öfkelerini sadece cinsel organlarıyla ifade ederler? Bunu dünyanın en doğal şeyiymiş gibi, varlıklarının, kültürlerinin temel bir ögesiymiş gibi neden ön plana çıkarırlar?
Burada onlara ufak bir tuzak kurmuşum, değil mi? Siz tecavüzcüsünüz demişim. Cevaben diyorlar ki biz sana tecavüz ederiz. Sana tecavüz mü ettiler Elazığ’da diye soruyorlar. Evet tecavüz ettiler bana. Bel altından tecavüz etmediler, kafama tecavüz ettiler. Elazığ’ın varlığı ve Erzurum şehrinin varlığı bir tecavüzdür.
Devam ediyoruz. “Gasp edilmiş emlak üzerine kuruludur” demişim. Bu da bariz bir gerçek. Soykırım suçlusu olmaktan öte bir hakikat var burada. Mala, mülke, cariyeye ve köleye konmuşlar. Genç Ermeni kızlarını ve oğlanlarını elde etmişler, banka hesaplarını el koymuşlar, şirketlere, fabrikalara, okullara, kiliselere, kütüphanelere, evlere, çiftliklere el koymuşlar. Bunun kavgasını vermişler kendi aralarında. Bunun getirdiği bir ahlaki çirkinlik var. Bunun doğurduğu ahlaki problemin adı riyadır. Atalarının ve soyunun hırsız olduğunu bilen insan, bu travmayı henüz aşamamışsa, kardeşim tamam, böyleyse böyle yeni bir sayfa açalım, devam edelim deme cüretini ve olgunluğunu gösterememişse eğer, sürekli olarak kendini olası saldırılara karşı savunma derdiyle ve problemiyle karşı karşıya bulur.
“İnkar edilmiş kimliklerden örülü bir hapishanedir” demişim. Buna demin de değindim. Elazığ halkının yarısı, muhtemelen yarıdan fazlası Kürt kökenlidir. Bir haylisi son üç dört kuşak içinde Ermeniden dönmüş veya döndürülmüştür. Fakat bunları kendilerine hatırlattığınızda dayak yersiniz. Bu muazzam bir ikiyüzlülük, yani insanın bütün kimliği bir ikiyüzlülük üzerine kurulu ve bunun getirdiği huzursuzluk, bunun getirdiği saldırganlıkla yaşıyorlar.
Bu dediğim problemler Türkiye’nin birçok yerinde var. Çeşitli ölçülerde var. Nerede yok? Batı’nın nispeten anonimleşmiş, modernleşmiş kentlerinde daha zayıftır. Yasal, kurumsal çerçeveler içinde gerçekleşir olaylar. Mesela Ramazan ayında yanlışlıkla sokakta sigara yakarsan belki ters ters bakanlar olabilir fakat dayak yemezsin normal olarak. En azından üç beş yıl öncesine kadar böyleydi. İkincisi Türkiye’de köy ve kasabalarda durumu o kadar vahim değildir. Köylerde nereye gidersen git, en felaket yerlere de gidersen git, silme MHP’ye oy veren yerlere de gidersen git, konukseverlikle karşılaşırsın, şakalaşacak, düzgün bir şeyler konuşabilecek insanlarla her zaman rastlaşırsın. Kasabalar da çok fena değildir. Fakat iç ve içdoğu Anadolu’nun kentleri maalesef insanlık için birer yara haline gelmiştir.
Tekrar dönelim Elazığ’a. Elazığ’da son seçimlerin her birinde, faşist partiler, buna AKP’yi de artık dahil ediyoruz, yüzde doksan ila yüzde doksan iki arasında oy almışlar. Yani rastgele bir şekilde Elazığ şehrinde on kişiyi yoldan çevirirsen, bunlardan dokuzu siyasi tercih olarak faşist çıkar. Mehmet Ağar’ı biliyorsunuz. Mehmet Bey’le şahıs olarak alıp veremediğim bir şey yok. Yenipazar cezaevinde az kalsın kendisiyle koğuş komşusu oluyorduk. Bir yıl boyunca onunla samimi olan gardiyanlarla epeyce fikir ve haber alışverişinde bulundum. Sonuç olarak senin benim gibi bir insan, Mehmet Ağar. Fakat bu kişi bakan olduğu dönemde görev icabı bir Kürt katliamı ile iştigal etti. Sayıları yüzü bulan Kürt ileri gelenlerinin ve iş adamlarının suikast ile öldürülmesi işinin organizatörlerinden biriydi. Görevdir, yaparsın, insanların başına neler geliyor, ne işler yapmak zorunda kalabiliyorsun. Fakat böyle bir insanı idol edinen, yerel kahraman haline getiren ve bağımsız aday olduğu bir seçimde ona yüzde otuz küsur oy veren bir şehir hakkında siz ne düşünürsünüz bilmiyorum, ben şahsen olumlu şeyler düşünemiyorum.
İstatistik olarak şu gerçekle karşı karşıyayız. Bu depremde ölen veya hasar gören insanların on tanesinden dokuzu süzme faşisttir. İnsanların elbette faşist olma hakkı da var. Onları gidip öldürmüyoruz. Onları yok etme çabasına girmiyoruz. Ben şahsen girmiyorum. Fakat Allah’ın bir darbesi sonucunda öldüklerinde onlar için vah vah deyip ağlamayı ben iki yüzlü buluyorum. Doğru bulmuyorum.
Paylaştığım tweette, oh olsun, çok iyi olmuş, gebersinler deyyuslar gibi bir fikir beyan etmedim. Sadece vicdanımda şu gerçekle karşılaştım. Bu olayda çocuklar öldü, çocuklar öksüz kaldı, çocuklar evsiz kaldı. Buna üzülür müyüm? Buna üzülürüm. Çünkü çocuklar masumdur. Belli bir eğitim tezgahından geçtikten sonra ancak faşist oluyorlar. Ondan önce dünyanın herhangi bir yerindeki çocuk gibidirler. Düzgün bir ortamda yetişebilseler pekala düzgün insanlar, ahlaklı insanlar olabilirler. Böyle bir ihtimal varittir. Dolayısıyla depreme sevinmek gibi bir yanlışı yaptığımı zannetmiyorum. Yalnız depremde ölen faşist kardeşlerimize Allah’tan rahmet dilemiyorum. Dilemeyeceğim de.
Israrla üzerime geldiler. 3 bin tane hakaret ve tecavüz maili aldığınız zaman, buna gerekli cevabı verme gereği duyuyorsunuz. Bir polemik çerçevesinde bazen lafın ölçüsünün de kaçtığı oluyor. Hepsi birden geberse iyi mi olur sorusunu sordum. Bu bir sorudur. Soru ne demek biliyorsunuz değil mi? Question yani. Şahsen, bana o yetki verilse, denilse ki Sevan Bey hadi gel bir deprem yapalım bunların hepsi gebersin denilse, ben yapmayalım derim. Yazık günah, arada masum insanlar da ölür. Öyle bir sorumluluğun altına ben girmem. Öyle fiili bir düşmanlık bana uymaz.
Bir başka arkadaş şunu sordu, o da yerinde bir soruydu. Orada olsan, enkazın altında olan bir insanları kurtarmayacak mısın yani dedi. Peki, insanın birtakım içgüdüleri var. Kim olursa olsun öyle bir noktada eğer el uzatabilecek bir pozisyondaysan elini uzatırsın. Bu herkes için geçerli bir şeydir. Çünkü insanlar siyasi tercihlerinden önce, faşistliklerinden önce insandırlar. Orada enkazın altından bir adam bağırıyorsa bu adam kimdir diye sormazsın, gider yardımcı olmaya çalışırsın. Fakat uzakta oturup düşünürken şu soruyu sorduğunda, cevap bulmakta zorlanırsın. %90’ı süzme faşist olan bir şehir dünyadan kalksa mesela, insanlık için faydalı mı olur, zararlı mı olur? Soru bu. Sorun kendinize, toplam olarak, dünyanın manevi atmosferi daha mı kötü olur, daha mı iyi olur?
Bakın, dünyada günde günde 300 bin kişi ölüyor. 300-350 bin gibi bir sayı günlük ölüm sayısı. Bu ölümlerin hemen hemen hepsi üzücü ölümlerdir. Pek çoğu, ne bileyim, kaza sonucu, cinayet, yanlışlık, intihar, felaket, ev yıkılması, denizde boğulmak gibi şeylerdir. Daha çoğu hastalıktır. Hastalık da öyle az bir zulüm değildir. Hastalıktan ölmek, depremde yıkılan evin altında kalmaktan daha sempatik bir olay değil. Bu insanların ezici çoğunluğunun yakınları, dostları, evlatları, sevgilileri vardır. Birçok insan üzülür bu ölümlere. Ama 300 bin tane ölümle başa çıkamazsın. 300 bin ölümle empati kurmak insanın kapasitesini aşar. Dolayısıyla bu ölümlerin ezici çoğunluğu, 300 binin 299 bin 999’u, aslına bakarsan, umurumuzda bile değildir. Sorulursa ölmüş, ne olacak dersin ve geçersin. Bütün dünya için bu geçerlidir. Şimdi bu sosyal medyanın ve kitlesel iletişimin yaygınlaşmasıyla bir moda haline geldi. Belli bir grup ölüm yahut da hasar birdenbire ön plana çıkarılıyor ve bütün insanlar bir merhamet orjisine yakalanıyor. Ah vah vah vah, kırk kişi ölmüş, şimdi ne yapacağız? Bebeler ölmüş! Kardeşim, bebeler her gün ölüyor. Durmadan ölüyor. Her yerde ölüyor. Büyük sayılarda ölüyor. Ve sizin umurunuzda değil. Değil çünkü öbür türlü altından kalkamazsınız. Umurunuzda olmaması gerekir. Afrika’da da insanlar ölüyor, Tayland’da da ölüyor, trafik kazasında da ölüyor, kızamıktan dolayı ölüyor. Çok acıklı bir şekilde ölüyorlar. Anneleri, babaları kahroluyor, yakınları üzülüyor. Ne düşünüyorsunuz bunlar hakkında? Bunlar hakkında nasıl bir duygulanım içindesiniz? Zannetmiyorum herhangi bir duygulanım içinde olduğunuzu.
Ama birdenbire medyada Elazığ’daki deprem gündeme geliyor. Herkes hep beraber bir ortak bir dalga boyuna, aynı duygusal yönelim içine giriyor. Bu yönelime karşı, kardeşim ne diyorsunuz, nasıl yani bu diye sormaya cüret eden biri olduğu zaman da muazzam bir isteriye kapılıyorlar. Muazzam bir hırsla bu kişiyi yok etme, bu kişiyi ezme, bu kişiyi silme, toplumdan itme şehvetine kapılıyorlar.