Eflatun ile Aristo’nun farkı nedir
Pazar Sohbeti
13 Aralık 2020
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Platon ve Aristoteles’in farkını bize böyle çok basit bir şekilde, hiçbir şey bilmeyenin anlayacağı şekilde anlatır mısınız?
Üniversitede hocamız vardı, onun dediği bir sözdür. Standart görüştür aslında, birçokları böyle düşünür. Tüm filozoflar ya Eflatuncudur ya Aristotelesçidir derdi: Felsefe tarihinin temel ikilemidir.
Platon da Aristoteles de aynı dönemde, aynı şehirde yaşamış, birbirini tanımış, birbirine rakip iki okul oluşturmuş, aynı dili konuşmuş, aynı çevrelerde takılmış, aynı konularla ilgilenmiş insanlar. Aslına bakarsanız aralarında büyük bir ayrım olmasına imkan yok. Mantıken yok. Çünkü aynı çağın sözcüleri.
Ama ne fark var? Bir, kişilik ve eğilim farkı var. Eflatun yüksek konulardan, soyut düzeyde konuşmaktan hoşlanır. Aristo detaycıdır, gözlemcidir. Ampiriktir. Deney ve gözlem üzerinden gitme taraftarıdır. Klasik örneği vereyim. Devletin işlevi ve yapısı nedir konulu felsefi bir metin gerektiğinde Eflatun bir teorik tartışmadan yola çıkar, devlet ne olmalıdır fikrinden hareket eder. Aristoteles ise ilk iş olarak beş yüz tane şehir devletinin yönetim usullerini birbiriyle kıyaslamakla başlar ve bundan birtakım genellemeler, birtakım sınıflandırmalar çıkarmaya çalışır.
İkinci bir fark var, ki bu kanımca birincisinin altında yatan sebeptir. Platon aristokrattır. Atina’nın en zengin ve köklü ailelerinden birinden gelir. Etrafındaki insanlar da o çevrenin insanlarıdır. Bir araya gelip büyük bir özgürlükle, büyük bir düşünsel cüretle çeşitli konuları tartışırlar. Özgür düşünceye sahiptirler, çünkü bunun gerektirdiği özgüvene sahiptirler. Aristoteles ise yabancıdır, kuzeyden, Makedonya’dan gelmedir. O zamanın koşullarında şehirde mülk sahibi olması bile imkansızdır. Vatandaş değildir. Siyasi durumlar birazcık çetrefilleştiğinde şehirden kaçmak zorunda kalmıştır. Ancak yıllar sonra koşullar değiştiğinde tekrar şehre dönebilmiştir. Aradaki üslup farkını belirleyen bir unsur da budur sanıyorum, belki de en önemlisidir.
Üçüncüsü tamamen tarihi tesadüf. Platon eserlerini edebi diyaloglar şeklinde yazmış. Bir sohbette bir araya gelirler, genellikle Sokrates ile diğer üç beş kişi sohbete katılırlar ve yüksek bir konuda son derece esprili, üslupça kaliteli bir düzeyde sohbet ederler, tartışırlar. Şu kalınlıkta koca bir kitap, dört bin sayfa, otuz tane filan diyalog kalmış Platon’dan günümüze.
Aristoteles de aynen böyle diyaloglar yazmış ve yayınlamış, fakat bunların hiçbiri günümüze gelmemiş. Günümüze gelen Aristoteles’in okulunda öğrencilerin aldığı ders notlarıdır. Onlar da aynı şekilde kalın bir cilttir. Aristoteles’in ölümünden sonra okulun yöneticisi olan Theophrastos onun konferanslarını düzenlemiş, derlemiş. Aradan iki üç yüz yıl geçtikten sonra birisi bunların yeni bir edisyonunu hazırlamış ve yayınlamış. Ders notlarıdır bunlar. Dolayısıyla üslup olarak çok farklıdır. Aristoteles’in kamu oyuna yönelik olarak yayımladığı eserlerindeki üslubunun ne olduğunu bilmiyoruz. En azından Platon kadar soylu bir üsluba sahipti belki. Fakat elimizde değil, elimizde olan şey ders notları.
Muazzam bir eserdir Aristoteles külliyatı. İnsanlık tarihinin en muhteşem meyvelerinden biridir. Akla gelecek her konuda, her bilimsel konuda parlak ve uyanık bir zekanın, engin bir birikimin ürünlerini dökmüş. Mantık, fizik, metafizik — yani varlığın tanımları, varlık ne demektir, bir şey vardır dediğimizde ne kastediyoruz, bir şey değişti başka şey oldu dediğimiz zaman neyi kastediyoruz — bunlardan başla, doğa bilimleri, biyoloji, zooloji, psikoloji, tıp, ahlak felsefesi, siyaset felsefesi, siyasi sistemler analizi, oradan tut retorik, yani belagat sanatı, bir insan nasıl ikna edilir sanatı. Edebiyatın iyisini kötüsünden nasıl ayırt ederiz? Şiir, tiyatro nasıl olmalı? Hepsini anlayıp tasnif etmeye çalışmış. Muazzam bir eğitim programıdır. Ve bu nedenle ondan sonraki yüzyıllar boyunca hem Batı aleminde, fakat daha önemlisi İslam aleminde, bilimin, yani dinî olmayan tüm ilimlerin piri sayılmıştır Aristoteles. Hristiyan Batıda üniversitelerin ilk kurulduğu yüzyıllarda, yani 13., 14., 15. yüzyıllarda adeta İncil’den sonraki diğer kutsal kitap muamelesi görmüştür. İslam medreselerinden aktarmıştır Batı bu bakış açısını. Biliyorsunuz Aristoteles’in eserleri Batı dillerine, Latinceye, önce Arapçadan çevrilmiştir. Araplardan öğrenilmiştir bütün Aristoteles külliyatı. Sonra orijinallerine de ulaştılar, o başka. Araplarda da Aristoteles yalnız başına ‘Hekim’ unvanıyla anılır; feylesofun ta kendisi, cisimleşmiş hali olarak değerlendirilir. Skolastik dediğimiz okul felsefesinin, üniversite akademizmasının temelinde yatan düşünür Aristoteles’tir.
Ortaçağ deyince böyle yobazlık, mobazlık gelir aklınıza. Öyle düşünmeyin. Aristoteles’in yaklaşımı son derece ampirik bir yaklaşımdır. Aristoteles için bilim deney ve gözleme dayanır. Şimdi günümüzde bir şeyler bildiğini zanneden arkadaşlara sorduğumuzda ‘bilimsel nedir’ diye ilk akıllarına gelen tanım her zaman, ama her zaman, Aristotelesçi bir tanımdır. “Gözleme ve deneye dayanan bilgi yöntemine bilim adı verilir.” Yüz kişiye sorun 99’u bu cevabı verecektir. Oysa bu yanlış cevaptır, biliyorsunuz. Çünkü gözleme ve deneye dayanan ne demek? Aşçılık da gözleme ve deneye dayanan bir iştir. Asri turşuculuk da öyledir, uyuşturucu satıcılığı da öyledir, parti ilçe temsilciliği de öyledir, kamyon şoförlüğü de öyledir. Yani gözleme ve deneye dayanan, tecrübe ile kazanılan bir bilgi dağarcığı.
Tabii ki tecrübe önemli, tabii ki gözlem önemli. Dünyayı gözetlememiz, ne bileyim hayvanlar, bitkiler, yıldızlar, devletler, yasalar filan, her konuda somut bilgi edinmemiz güzel bir şey. Yalnız azıcık mesela Hume okumuş olan varsa aramızda, hatta Karl Popper okumuş olan varsa, muhakkak bildiğiniz bir şey var. Somuttan soyuta tırmanmak çok zor bir şey, hatta imkansız bir şeydir. Büyük paradokslarla dolu olan bir süreçtir. Gözlemden genelleme çıkardığınız zaman bilimsel çalıştığınızı zannedersiniz ama öyle değildir. Çünkü somuttan soyuta gittiğiniz zaman, yani tümevarıma gittiğiniz zaman, ara basamaklarda yüzlerce varsayım siren şarkılarıyla size eşlik ederler. Gözlemler hazır bir teorinin, yani tam adını söylemek gerekirse önyargıların çerçevesine sinsice gider oturur ve çoğu zaman bunun farkına bile varmadan çok yanlış yerlere gidersiniz. Özetle, somut gözlemden ve deneyden genelleme çıkarma, basamak basamak tırmanma süreci büyük risklerle dolu bir süreçtir.
Ünlü örneği vereyim. İki bin yıl boyunca eski Roma’da, sonra İslam aleminde, Galen ve Dioskorides ile başlayıp İbni Sina ile devam eden, oradan Batı üniversitelerine, Salerno Üniversitesi, Grenoble gibi ortaçağdaki tıp eğitimi veren üniversitelere aktarılan muazzam bir bilgi birikimi vardı. Hastaları gözlemlediler, tedaviler denediler, bunları yazdılar, birbirlerinden haberdar oldular. Horasan’da yazan bir adamın makalelerini yahut deneylerini Kurtuba’daki birisi, hatta Avrupa’daki birisi izleyebildi. İki bin senede muazzam bilgi birikir. Hangi ilaç hangi hastalığa iyi gelir, hangi hastalığın tedavisi hangi yöntemle olur, dalak büyümüşse ne anlama gelir, küçülmüşse ne anlama gelir, muazzam bir miktarda ampirik bilgi birikti. Fakat bu bilgi yanlış bir teorinin üzerine inşa edildi. İnsan vücudunun dört hılttan oluştuğuna ilişkin son derece metafizik bir varsayım vardı ve iki bin yıl boyunca gayet akıllı, gayet tecrübeli, çağdaş bilimin tüm gelişmelerini günü gününe izleyen binlerce ve binlerce tabip, hiç sorgulamadan, gayet doğal olarak bu teorik varsayımı doğru kabul etti. İki bin yılın birikmiş otoritesine istinaden, teorinin üzerinde düşünmeye bile gerek görmedi. Dolayısıyla ampirik gözlemi ne kadar dikkatli, ne kadar hassas yaparlarsa yapsınlar, yanlış sonuçlara vardılar.
Aristotelesçi bilimin kısıtları Avrupa’da 15. yüzyıl sonlarına doğru git gide daha fazla idrak edildi. Bu bilgiye ne kadar deney eklersen ekle bilgi büyümüyor, bir yere varmıyor, bunun farkına varıldı. 1400’lerin ortalarında Floransa’da Platonik Akademi kuruldu, yani Eflatun Akademisi. Fikir babası Bessarion isimli Trabzonlu bir vatandaştı, İstanbul’un Türklere düşmesinden sonra batıya iltica eden Bizans düşünürlerinden biriydi. Akademinin kurulmasına önayak olan Marsilio Ficino’yu eğiten, onu Eflatun’a yönlendiren oydu. Akademi, üniversitelere rakip bir kurum olarak ortaya çıktı. Üniversitelerde yüzyıllardan beri hakim olan Aristocu birikimi reddettiler. Bambaşka bir noktadan hareket ettiler. Dediler ki, bilim için önce teori lazım. Mantık üzerinden bir teori kurulur, sonra doğaya bu teoriyi yanlışlayacak olan soruları sorarız. Yani Aristo’nun sıralamasını tersine çevirdiler. Önce oturup matematiksel zeminde hesap yaparız, şöyle olması gerekir, sonra gider bakarız doğada gerçekten öyle mi oluyor.
Platonik Akademide ve ondan sonraki 100-150 yıl boyunca bilimdeki olağanüstü atılımların temelinde bu bakış açısı devrimi yatar. Fakat şimdilik bu kadarı yetsin. Ayrıntısına bir ara gireriz.