Edebiyatta kadın imgesi nasıl değişti
Pazar Sohbeti
6 Haziran 2021
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Cadı avı denilen şey kadınlara karşı açılmış bir savaştı. Esas itibariyle onları alçaltmayı, şeytanlaştırmayı ve toplumsal güçlerini ellerinden almayı amaçlayan planlı bir girişimdi. Onlar yakılırken burjuva kadınlık idealleri ve eve bağlılık ilkeleri geliştirilmiş, kapitalist cinsellik öğretisi oluşturulmuştu. Kadın evdeki meleğe dönüştürülmüştü artık. Kısacası kadın eve, erkekse topluma aitti. Bugün bile istisnai durumları hariç tutacak olursak, zihniyet anlamında çok şey değişmiş demek mümkün mü acaba?
Bu yorumu pek inandırıcı bulmadığımı söyleyeyim.
Önce biraz kronoloji. Türkiye’de, hatta dünyada kime sorsanız, Ortaçağda cadıları yakanlar diye bir klişeyle karşılaşırsınız. Ortaçağ bir yobazlık çağıdır. Din, feodalizm, ataerkillik iç içe geçmiş, herkesi ve bilhassa kadınları yerle bir etmiştir. Allahtan Ortaçağ sona erdi.
Ortaçağ Avrupa’sında birkaç münferit cadı avı hadisesi yahut ruhunu şeytana satan insanlar hikayesiyle karşılaşıyoruz, evet. Fakat alışılmış bir şey değil. Cadı avının büyük bir toplumsal çılgınlık haline gelmesi. 1484 ve 1486 yıllarındaki iki olayın sonucu. 1484’de Papalığın çıkardığı ve cadılığın dinden çıkma anlamına geldiğine dair bir ferman var. Bunun hemen ardından, 86’da Almanya’da Heinrich Kramer adlı bir adam, Malleus Maleficarum, yani Günahkarların Balyozu isimli bir eser yayınlar. Matbaanın icadından sonra tüm Avrupa’da bestseller haline gelen ilk önemli popüler eserdir. Matbaanın icadının direkt bir sonucudur. Matbaanın icadı toplumun kültür düzeyinde bir yükselme, filan falanın yanısıra, daha önemlisi cadı avının Avrupa çapında çılgın bir isteri krizine dönüşmesine yol açmıştır.
Bugünkü internetin, sosyal medyanın çocukluk hastalıklarını düşünün. Onunla büyük benzerliği var. Daha önce bir insan kitap yazdığı bunun zaman el ile çoğaltılması lazım. Yayılmıyor yani, otuz kopya oluyor, yüz kopya oluyor ve çok pahalı bir şey. Şimdi adam zırvayı dayıyor, basıyor bin tane, on bin tane, bütün Avrupa’ya anında içinde yayılabiliyor. Demek ki cadı avı meselesi tamamiyle Yeniçağın bir ürünüdür. 15. yüzyılın sonunda, yani neredeyse Amerika’nın keşfiyle aynı günlerde ortaya çıkmış, onu izleyen 100-150 yıllık sürede dönem dönem alevlenen bir çılgınlık olarak Batı dünyasını sarmış. En son 1630’lara kadar toplumsal bir cinnet olarak karşımıza çıkıyor.
Şimdi bunun bu kadınların eve kapatılmasıyla yahut da kadınlar çiçektir ideolojisiyle bir bağı var mı diye soruyoruz. Böyle bir bağ göremiyoruz. Ortaçağda kadın imgesinin ya da kadının toplumdaki rolünün ne olduğunu anlamak için iki tane önemli eser vardır okumanız gereken. Biri Boccacio’nun Dekameron’u. Veba günlerinde bir şatoya kapanan gençlerin birbirine anlattığı 100 tane hikayeden oluşan bir derleme. Çok eğlenceli bir kitaptır. İkincisi, William Chaucer adlı İngilizin, yine benzeri bir yapıda, hac yolculuğu için yola çıkmış sekiz on kişilik bir grubun bir handa bir akşam birbirine anlattıkları hikayelerden oluşan koleksiyonu, Canterbury Hikayeleri. İkisi de şahane kitaplardır. Her ikisinde gayet spesifik bir kadın öyküsü, kadın imgesi görürsünüz. Ön yargılıdır, çok olumlu değildir. Fakat şudur. Kadınlar, aşağı yukarı hepsi, dehşetli bir şekilde şehvet düşkünüdür. Akılları fikirleri, bütün entrikaları erkek bulmak, erkek bulamazsa başka kadın bulmak, her halükarda sevişmektir. Sevişme arzusuyla dolup taşarlar. Bu uğurda durmadan entrika çevirirler. Şeytan gibi kurnazdırlar. En ufak bir ahlaki pusulaları yoktur, iktidar hırsıyla doludurlar, erkekleri manipüle ederler ve genellikle erkeklerden daha zekidirler. Her iki öykünün tipik kadın tablosu bu.
Enteresandır, aynı dönemin İslam literatüründe de kadın imgesi budur. Başörtülü bacımız hikayesi yoktur İslam edebiyatında, hiç aramayın. Bin Bir Gece Masallarından başlayın, 13. yüzyılın, 14. yüzyılın diğer İslami öykü derlemelerine bakın. Kadınların temel özelliği şehvet düşkünlüğüdür. İkincisi entrikacılık, üçüncüsü zeka, hırs, iktidar hırsı.
Cadı avı tutkusunun 1480’lerden 1630’lara kadar sürdüğünü söyledik. Bu dönemin literatürüne bakıyoruz, Ortaçağınkinden çok farkını göremiyoruz kadın meselesinde. 16’ncı yüzyılda Fransa’nın büyük yazarı Rabelais’nin öykülerine bakıyoruz. 18’inci yüzyıl İngiliz romancıları var, en başta tabii Jonathan Swift. Swift’in Moll Flanders diye bir romanı vardır. Okumaya değer bir kitaptır. Moll Flanders’ın hayat öyküsünü anlatır. Flanders kadındır. Esas mesleği hırsızlıktır, fakat daha önemlisi koca avcısıdır. Sekiz defa mı on defa hatırlamıyorum, evlenir. Kocalarının her biriyle acayip maceralar yaşar. Kocalarını ve sevgililerini sömürür. Kesinlikle bütün erkeklerden daha kurnazdır. Öyle bir öykü. Sonra Tom Jones hikayesi var, Henry Fielding’in. O da ilk İngiliz romanlarından biri sayılır. Tom Jones bir zamparadır ve hayatı boyunca sayısız kadınla yaşadığı maceraları anlatır. Son derece amoral öykülerdir. Ahlakçılıkla feci surette dalga geçen öykülerdir. Ve dönemin edebiyatının en tipik eserleridir. Yani aradan cımbızla seçtiğimi sanmayın.
Kadınların çıtkırıldım, romantik ve çiçek gibi nazik varlıklar olarak sunulmaları, böyle bir kalıba sokulmaları tipik 19. yüzyıldır. 19. yüzyılın Romantik edebiyatında kadın tek bir özelliğiyle öne çıkar. Aşk nesnesidir. Kadınlara hayran olunur, onların kalbini kırmamak için bin türlü çaba gösterilir. Onlara kendini beğendirmek için kırk takla atan adamlar, Chaucer yahut Swift’in yaptığı gibi küçümsenmez, aksine yüceltilir. 19. yüzyıl ortalarına doğru bu öykü aynı zamanda bir sosyal bir doku kazanır. Kadının ahlaki olarak sadece aile ile tanımlanması, ailenin dokunulmazlığı, ailenin bozulmazlığı ve boşanmanın en büyük felaket ve büyük bir ahlaki kriz olarak yaşanması, tipik geç 19. yüzyıl tezahürleridir. 20. yüzyılda da yoğunlaşarak sürer.
Günümüzde bu vizyon, 19. ve 20. yüzyılın ürünü olan cinsler anlayışı sarsılıyor mu, değişiyor mu, onu daha biraz bekleyip görmek lazım. Benim gördüğüm şu. 1960’larda büyük bir devrim yaşandı. Batı dünyasında 150-160 yıl süren modern burjuva kadın tablosu, yani cinsel ilişkinin ahlakileştirilmesi, cinsel ilişkinin artık hayvanca bir güç mücadelesi olarak değil de yüksek bir ahlaki ideal olarak algılanması, 1960’larda ciddi bir kesintiye uğradı. Serbest aşk, evlilik dışı aşkın doğal kabul edilmesi, hatta bunun tercih edilmesi gündeme geldi. Sadakatsizlik, eşi kandırma öyküleri popüler edebiyatın en yaygın konularından biri haline geldi.
Bu dönüşüm 1960’ların ürünüydü. Günümüzde yaşadığımız süreç gerçekten bu emansipasiyon sürecinin, bu özgürleşme atağının devamı mıdır, yoksa tam tersi midir? Yani yeniden bir ahlakileştirme, yeniden cinsel ilişkiyi son derece katı ahlaki kurallar içine hapsetme teşebbüsü müdür? Bu konuda benim bazı fikirlerim var, fakat haklı olup olmadığımı ancak zaman gösterecek.