Dünya klasikleri neden okunmalı
Pazar Sohbeti
3 Ocak 2021
0:00
0:00

metin

Batı klasiklerinden, romanlardan hangilerinin mutlaka okunması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Hepsini okumak gerekir. Türk romanının klasiklerini de okumak gerekir. İnsanların kendilerini ve toplumu algılayış biçimlerini tanımak için gerekir. Son birkaç yüzyıl boyunca, son kuşaklar boyunca nasıl evrilmiş insanlar? Toplumda ve kendi ruhlarında ben’i tanımlarken neleri görmüşler, nelere önem vermişler? Bu süreci anlamak için lazım. Bu insan dediğin mahluk ne yapıyor son zamanlarda sorusuna cevap verebilmek için lazım.
Tüm gerçek romanların, yani çöp olmayan romanların ortak bir işlevi vardır. Bu iş ben’i ve biz’i tanımlamaktır. Biz derken, bu küçük bir biz olabilir, bizim köy olabilir, bizim ülke olabilir, bizim insanlık olabilir. Biz neyiz? Bizi bir arada tutan nedir? Bizim mekanizmamız nedir? Bu soruyla cebelleşir iyi bir roman. Ve onunla birlikte ben neyim? Ben asla bir tek kişi değilim biliyorsunuz. Ben dışarıdan bir kişi gibi gözüksem bile, aslında benim içimde birçok potansiyel ben vardır. Şu da olabilirim, bu da olabilirim, o da olabilirdim, keşke bu da olabilseydim gibi, bir dizi kişilik vardır insanın içinde. Bunlar kimdir? Nasıl tanımlıyoruz bunları. İyi bir romanın temel konusu bu ikisidir. Bu iki soruya derin ve düşündürücü cevaplar veren romanlar iyi romanlardır. Gerisi havaalanında alırsın, vardığın yerde çöpe atarsın cinsinden vakit öldürücüler.
En çok sevdiğim, bugüne kadar beni en çok çarpan romanlar hangileri sorusuna birkaç kez cevap verdim. Burada hatırlatmak babında söyleyeyim.
Bir kere Flaubert. Fransız romancısı, biliyorsunuz 19. yüzyılda yaşamış. Flaubert’in romanları o demin söylediğim biz kimiz ve ben kimim sorularına çok derin, çok zengin cevaplar verir. Dostoyevski türü, insanın içine bakıp da bir şeyler keşfedebileceğini zanneden romanlar beni sıkıyor biraz. Dostoyevski de mutlaka okumak lazım tabii de, Fransızın cilalı yüzeyi bana daha cazip geliyor.
Yine bir Fransız romancısı, Benjamin Constant. Onun Adolphe diye küçük bir romanı vardır. Epey gençken onu okumuştum. İnsanın hayat boyu insanın aklından çıkmayacak öykülerdendir. İki insan birbirini nasıl hapseder ve içinden çıkılmaz bir döngüye girer meselesini derinlemesine irdeleyen ve bunu çok zarif bir dille, çok berrak bir dille, kusursuz bir şekilde anlatan bir kitaptır.
20. yüzyılın bence en çarpıcı romanları Mario Vargas Llosa’nın romanlarıdır. Perulu. Özellikle onun bir romanı, Conversacion en la Catedrál, Katedralde Söyleşi isimli romanı. Beş defa filan okudum baştan sona, o kadar esaslı bir abide. Başka bir Latin Amerikalı, Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’ı tabii çok güzel bir roman. Beni ve bizi tanımlama egzersizi olarak müthiş bir eser. Daha da bir ton güzel roman vardır. Hepsini, yani klasikler denilen romanları mutlaka okumanız lazım.
Bir ek işlevi daha vardır edebiyat okumanın. Nasıl tanımlayayım bunu? Ortak bir dil oluşturur bu kitaplar. Kültürlü olan herkesin dünyanın her yerinde ortak bir şeyleri okumuş olması gerekir; ortak bir bilgi hazinesinden, ortak bir dil hazinesinden beslenmiş olması gerekir ki onlarla konuşacak ve paylaşacak bir şeyin olsun. Hayatın köy ile kahvehane arasında geçmiyorsa, daha geniş bir ufuk içinde yaşıyorsan, seyahat ediyorsan, insanlarla karşılaşıyorsan, çeşitli kurumlar içindeki insanlarla alışverişin oluyorsa, onlarla ortak bir kültürel menbadan beslenebilmen lazım. Onlarla ortak kavramların, ortak referansların, ortak modellerin olması lazım ki hayatında bir renk olsun, bir hareket olsun. Bir şeyler öğrenebilesin. Başka insanlardan öğrenirsin çünkü öğreneceğini. Ama insanlarla konuşabilmek için de ortak bir dağarcığın olsun gerekir. O yüzden önemlidir klasikler. İlla dünyanın en iyi kitapları bunlardır diye değil. Madem herkes okuyor, o yüzden okunmalıdır. Birisi Dostoyevski dediği zaman konuşabilmen lazım iki kelime. Dostoyevski’den söz etmesen bile Dostoyevski’den süzülen bazı kavramlar az çok okumuş olan herkesin kafasında yer etmiştir, onların dilini oluşturmuştur, onların kavram dünyasını oluşturmuştur. Bunlar üzerinden diyalog kurabilirsin insanlarla. Hele hele birazcık ufku olan, bir şeyleri bilen insanlarla diyalog kuracaksan bir ortak okuma zeminin olması gerekir.
Geçmişte bu işlevi her kültürde o kültürün dini literatürü sağlardı. Yani İslam dünyasında herkesin Kuran okumuş olduğu varsayılır. Kuran’ın kavramları, Kuran’ın deyimleri, Kuran kelimeleri, Kuran ritmleri, üslubu siner konuşmaların içine. Dolayısıyla sen kalkıp ne bileyim Arnavutluk’a yahut Uyguristan’a yahut Hindistan’a da gitsen ortak bir zeminin vardır, paylaşacağın bir fikir dünyası vardır. Hristiyan dünyasında Kutsal Kitap aynı işlevi görmüştür. Bugün ben hala bu kitapların mutlaka ve mutlaka okunması gerektiğini düşünüyorum. Kuran okumadım yahut da Kutsal Kitabı okumadım diyen bir insanı, bir kültür insanı olarak, bir düşünür olarak ciddiye alamıyorum. Çünkü bunları bilmeden, insanlar son iki bin senedir nelerden söz etmişler anlayamazsın, anlamayınca da bomboş kalırsın.
Eğer bizdeki gibi böyle çift kişilikli, çift yüzlü bir kültürde yaşıyorsan, her ikisini, yoksa bunların sadece birinde yaşıyorsan, en az birini okumuş olmalısın. Batı dünyasını yok sayarak yaşamak bugünkü dünyada mümkün olmadığına göre, İslam dünyasında dahi her iki kitabı mutlaka okumuş olman lazım. Ve genç yaşta okumuş olman lazım ki kafanda yavaş yavaş süzülüp otursun. Okuduğuna inanman şart değildir. Ama bunları bilmen gerekir. Bunların imgelem dünyasını tanıman gerekir. Çünkü diğer tanıyacağım ve tanıman gereken binlerce yazar, düşünür, filozof, sohbetçi, söz esnafı, o dünya içinde yaşamışlar, o kavramlarla dünyayı ve kendilerini algılamışlar. Onlarla konuşabilmek için de bu metinleri tanıyor olman lazım.