Dine karşı söylemimiz değişti mi
Pazar Sohbeti (Düzenlenmiş)
11 Nisan 2024
0:00
0:00

metin

Mısır seyahatinizi anlattığınız yazılardaki hayranlık belirten cümleler,‡‡‡ örneğin hapishane sürecini başlatan dönemdeki dine karşı söylemlerinizle§§§ benzeşmiyor. Bir tutarsızlık değil, üzerine düşünülmüş bir farklılaşma olduğunu düşünüyorum. Bu tespitim doğru mu? Sizce kendinizde din kavramına karşı kamuoyunda bilinir olduğunuz dönemde gelişen bir değişiklik oldu mu? Eğer öyleyse bunun sebepleri neler olabilir?
Fikir değişikliği değil de vurgularda bir değişiklik oldu. Konu önceliklerim değişti. Sanırım yurt dışına gitmem bu değişimde baş rolü oynadı. Aslında çok basit ve anlaşılır bir şey, değil mi? Türkiye’de bir basınç kazanı içindesiniz. Özellikle 2010-11’den sonra aralıksız ve kakofonik bir dini propaganda bombardımanı altındasınız. Bir yandan gün boyu hoparlörlerden bağırıyorlar. Her gün bir ayrı absürt ve cahilce iddiayla karşınıza çıkıyorlar. Her Allah’ın günü bir başka özgürlüğünüz karakuşi kararlarla kırpılıyor. Kendine saygısı olan insanın bu saldırıya tepki göstermesi doğaldır.
Türkiye’den ayrılınca iki şey değişti. Her şeyden önce dini baskı ortadan kalktı. Adamız “Samos” dindar bir ada. Fakat son derece munis bir dindarlık burada sözkonusu olan. Geleneklerini seviyorlar. Adanın her köşe bucağını süsleyen küçük şapelleri, ziyaretgahları özenle koruyorlar. Ortodoks dinî takviminin yortularına riayet etmeyi seviyorlar. Kilise önünden geçerken istavroz çıkarıyorlar. Bana yahut herhangi birine bir şey dayatmaya çalışan yok. Bugüne dek tanık olduğumuz en feci dayatma, “Pazar günü dağdaki şapelde Aziz İliyas kutlaması var, keşkek yemeye gelmezseniz vallahi darılırız” şeklindeydi. Böyle bir dindarlıkla benim bir problemim yok. Hatta beğeniyorum bunu. Bir toplumun törelerine sahip çıkması olarak görüyorum. Sağlıklı bir şey.
Türkiye’den uzaklaşmanın bir diğer sonucu ülkeye dışarıdan, özellikle bir Avrupa perspektifinden bakmak oldu. Türkiye bir Avrupa toplumu değil. Bu çok net ve dışarıdan bakınca daha net algılanıyor. İkincisi, Türkiye bir Avrupa toplumuymuş ya da bir Avrupa toplumu olabilirmiş kurgusuyla yaşayanların nasıl bir hayal ve yapmacık dünyasında yaşadıklarını da o balonun dışına çıktığınız zaman daha kolay görüyorsunuz. Üçüncüsü, Batı toplumu zannettiğiniz kadar kusursuz bir yapı değil. Altta yatan güçlü değerleri var, kabul, ama idari yapı feci surette bozulmuş durumda. Bütün bunları fark edince de görüyorsunuz ki Türkiye, bir şekilde, kendi sentezini yaratmak zorundadır. O sentez ister istemez güçlü bir İslami boyut içerecektir. İki kere iki dört gibi bir şey bu. Olmayacak hayaller kurmanın alemi yok. O zaman da “İslam pis, İslam cahil” diye homurdanmanın fazla bir anlamı kalmıyor. Hangi İslam, hangi sentez, hangi çıkış yolu diye düşünmek zorundasınız.
Dini inançların içeriğine dair görüşlerimde değişen bir şey yok. Tanrı kavramının basit bir efsane olduğu kanaatine çocuk yaştayken vardım ve o günden bugüne bu görüşümü değiştirmek için bir sebep görmedim. Kuşkuculuk zannediyorum doğuştan gelen bir şey. Anlatılan öyküleri her zaman soru işaretiyle karşılamak; epistemolojik soruyu, yani nereden biliyorsun kardeşim sorusunu asla zihninden uzak tutmamak. Bir alışkanlık, bir kişilik özelliği sanırım, bir huysuzluk çeşidi. Yalnız dikkat ederseniz bu huysuzluk din konusunda olduğu gibi dine alternatif olarak gösterilen diğer anlatı sistemleri hakkında da geçerlidir. Mesela ‘bilim’ adı altında son zamanlarda pek moda olan bir mitolojik sistem var. O konuda da ben soru sormayı, argümanın zayıf noktalarını deşmeyi seviyorum. Ve inanın bana ikisi öyle çok farklı şeyler değil. Farklı varsayımlar üzerine, farklı sosyal ilişkiler ve kurumlar sistemi üzerine kurulmuş dünyayı anlamlandırma çabalarıdır bunlar.