Depremin suçlusu kim
Pazar Sohbeti
12 Şubat 2023
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Adıyaman, Maraş ve Hatay’ı yerle bir eden 11 Şubat 2023 depreminin ardından.
Her toplumda ve tarihin her çağında böyle bir felaketin ardından insanların doğal refleksi suçlu aramaktır. Bunun tamamıyla anlamsız bir olay olduğu hakikatiyle kimse yüzleşemez. Birileri bir suç işledi, o yüzden bunlar başımıza geldi fikri, tüm tarih boyunca, her toplumda, tipik tepkisi olmuştur bu insanların. Batı Ortaçağ’ında depremlerden ve veba salgınlarından sonra bu işin suçlusu Yahudilerdir deyip Yahudi katliamlarının gerçekleştirildiğini biliyoruz. Yahut da işte insanlar günah işledi, kızlar donsuz gezdi o yüzden deprem oldu. Günahkarlar yüzünden oldu. Protestanlar yüzünden oldu, vs. Çok tipik bir insani tepki bu. Kuran’da da bu tema sürekli işlenir, insanların günahları yüzünden Allah onlara afetler gönderir. Ortaçağ’ın Ermeni din adamlarında da aynı görüş hakimdir.
Türkiye’de insanların sosyal tercihlerine ve eğitim durumlarına göre bu temel insan içgüdüsünün iki şekilde tezahür ettiğini görüyorum. Birincisi, Suriyeliler yüzünden oldu. Suriyelilerin bir şekilde suçlu bulunması gerekiyor. Çözüm kolay: Suriyeliler yağmacılık yapıyor. Suriyeliler bu felakette bizimle duygudaş değiller. Demek ki onları yok etmek, öldürmek, katletmek, mahvetmek lazım. Bu çok tipik bir tepki. İkincisi ve bence tastamam aynı zihniyetin ve aynı ruh halinin ifadesi olan görüş, bütün bu hadise müteahhitler yüzünden oldu. Müteahhitler ve imar affı ve imar kanunlarını yeterince uygulamayan kamu görevlileri bu felaketin sebebidir. Depremin sebebi olmasa bile depremin sonuçlarının sebebidir.
Dikkat ederseniz insanların hemen hemen hepsi bu iki seçenekten birini mutlaka tercih ediyorlar. Tercih zemini bir kere siyasi eğilim, ikincisi toplumsal statü, üçüncüsü eğitim durumu. Toplumda kendini biraz daha seçkin hisseden ve sol eğilimli olanlar, müteahhitleri suçluyorlar. Diğerleri yağmacı Suriyelileri suçluyorlar. İkisinin akıl yürütüş tarzları arasında ben şahsen bir fark göremiyorum. İkisinin akıl sağlığı açısından ne ifade ettiği konusunda da ben bir ayrım yapamıyorum. Bir suçlu aranması gerekiyor. Bu coğrafyada binlerce yıldan beri, her üç, beş, on yılda bir tekrarlanan bir doğal felaket bu. Fakat bu sefer suçlusunu bulduk!
Binaları yapanların hiç mi suçu yoktur diye soracaksınız. Mutlaka vardır. Ama bu suçun veya kabahatin kaynağını tespit etmek tahmin ettiğinizden çok daha zor bir şey. Sonuçta insanların yaşamak için para kazanmak zorunda olduğu bir düzende, bazı insanları ellerindeki sınırlı bütçe dahilinde öyle değil böyle inşaat yaptılar diye suçlamak çok adil bir yaklaşım değil. Elinizde bu işi yapmak için, atıyorum, on milyon lira bütçe varsa, on milyon bütçeyle bu iş ancak bu kadar yapılabiliyorsa, siz bu işi yapmazsanız başka biri mutlaka gelip yapacaksa ve siz bu işi yapmazsanız çocuklarınız aç kalacaksa, yaparsınız kardeşim. Bundan dolayı azgın bir şehvetle suçlanmanız da makul bir insanın yapacağı şey değil.
Bir inşaatta temelde üç tane aktör vardır. Bir, mal sahibidir. İki, üstlenicidir. Yani müteahhit denilen kişi, yahut mimar, mühendis, her neyse. Üç, imar bürokrasisidir. Bunlar arasında sorumluluğu paylaştırılmak mantıklı değil gibi geliyor bana. Bir yerdeki binaların tümü çökmüşse, belli bir tarz inşaatın büyük bir bölümü ölüm tuzağına dönüşmüşse, kuralları göz ardı edenlerin değil, öncelikle kuralları koyanların sorumlu olması daha makul değil midir?
Sanırım daha temelde bir yanlış var. Dünyada Türkiye’deki kadar çok betonarme bina yapılan başka ülke ben bilmiyorum. Çelik konstrüksiyon da, ahşap ev de Türkiye’de yok. Dünyanın her yerinde olan şeyler bunlar. Türkiye’de ise kalktılar piyasadan. Sadece betonarme inşaat yapılıyor. Ve öyle anlaşılıyor ki betonarme inşaat, çok zengin olmayan bir toplumda, hızlı yapılaşma ihtiyacı olan ve konut inşaatına büyük fonlar ayırma imkanı olmayan bir ülkede ancak bu kadar sonuç verebiliyor.
Başka bir boyutuna bakalım işin.
Bir bina yapmak, bir sokak tasarlamak, bir mahalle tasarlamak, kamusal sorumluluk gerektiren bir iş. Şu anki sözleşmeli olduğunuz kişilerin dışında hiç tanımadığınız insanları, yarın öbür gün orada yaşayacak insanları, üç kuşak sonra orada yaşayacak olan insanları ilgilendiren, onların yaşam kalitesini ve güvenliğini ilgilendiren bir iş yapıyorsunuz bir bina yaptığınız zaman. Bu binada kimlerin oturacağını, kimlerin yaşayacağını, kimlerin evleneceğini, doğacağını, öleceğini, sevinçli ve üzüntülü günlerini geçireceğini bilemezsiniz. Esasında soyut olarak topluma bir şey sunuyorsunuz. Ve bugünkü düzende göz önünde bulundurmanız hukuken ve fiilen gereken şeyler sadece ikidir. Bir, kanunlara uy. İki, para kazan. Para kazanmaya mecbursun. Para kazanmazsan yapamazsın.
Sonuç olarak parasal çıkar için yapılıyor binalar. Başka bir yönlendirici fikir yok. Buraya yüz lira yatıracağım, yüz elli lira kazanacağım. Yüz elli liranın yirmi beşini rüşvet olarak ödersem devlet memurlarına, şu kadarını da vergi ödersem bana on lira kalıyor. Allah bin bereket versin. Onunla da çocuklarımı besleyeceğim. Bu bu mantık üzerinde yürüyor bütün konut yapımı süreci. Bu doğru bir şey midir? Ahlaken savunulabilir bir şey midir? Ev yapmak gibi insanın kendi küçük çıkar dünyasının ötesinde sonuçları olan bir eylemin, sadece para kazanma saiki ile gerçekleştirilmesi ahlaken savunulabilecek bir durum mudur?