Demokrasinin geleceği var mı
Pazar Sohbeti
16 Ocak 2022
0:00
0:00
anahtar kelimeler
metin
Türkiye’ye demokrasi ne zaman gelecek? Demokrasinin geleceği var mı? Dünyada geleceği var mı?
Demokrasi derken insanlar birbirine zıt iki şeyi kast ediyorlar. Bunun farkına ben on on beş sene önce vardım ve gitgide daha netleşti. Bazı fikirler vardır, kafandan kovarsın, sinek kovar gibi. Sonra yavaş yavaş düşündükçe, bunun ne kadar radikal, ne kadar esaslı bir çelişki olduğunun farkına varırsın. Elimden geldiğince anlatmaya çalışayım.
Demokrasi ve hukuk devleti
Demokrasi derken, bir yandan, insan hakları kastediliyor, hukuk kastediliyor, azınlık hakları kastediliyor. Bir toplumda azınlık olan, mağdur olan, mazlum olan, zayıf olan kişi ve zümrelerin haklarının eşit ve adil bir şekilde korunması, yani hukuk devleti fikri kastediliyor. Demokrasi derken, bir ülkenin vatandaşı olan herkesin, hem bireylerin, hem küçük grupların, cemaatlerin, zümrelerin, sınıfların, kolektif ve bireysel haklarının güvenli bir şekilde korunmasından söz ediyorlar.
Şimdi, şunu aklınızdan çıkarmayın. Güçlünün hakkı her halükarda korunur. Güçlünün hakkını korumak diye bir dava yok ortada. Güçlü zaten güçlüdür. Zaten toplumsal normları, toplumsal kuralları belirleyendir. Önemli olan güçsüz olanın haklarının korunmasıdır. İnsan hakları derken kastettiğimiz budur: Zayıf olanın korunması. Toplumun genel kurallarına, genel tanımlarına, genel kimliklerine uymayanın haklarının korunması. Adil bir devletin, yani hukuk devletinin görevi güçlünün değil, zayıfın haklarını korumaktır. Güçlününküne eş olmasa bile ona yakın seviyede korumaktır. Senin rengin ortak normdan farklı olabilir, dilin farklı olabilir, fikirlerin ve kanaatlerin, töre ve adetlerin farklı olabilir. Ekonomik açıdan zayıf olabilirsin. Buna rağmen haklarının, ifade özgürlüğünün ve çıkarlarını takip etme özgürlüğünün korunması devlet güvencesi altındadır dediğimiz zaman orası bir hukuk devletidir.
Dikkat buyurun, bu anlattığımız şey demokrasiyle alakası olmayan bir fikirdir. İnsanlık tarihi kadar eski bir fikirdir. Her çağda, her devirde, her medeniyette bir ideal olarak tanımlanmıştır. Bazen biraz yaklaşılmıştır, bazen uzak kalınmıştır. Her çağda, her zaman güçlüler daha güçlü, tanım icabı, zayıflar daha zayıftır. Önemli olan o zayıfın, insan olarak onurunu ve insan olarak haklarını koruyacak mercilerin bulunmasıdır.
Şimdi, demokrasi dediğiniz şey, çoğunluk yönetimi. Demokrasi demek, oyların yüzde elli artı birini alan yönetir demektir. Kalabalığın sesi duyulur demektir. Kalabalığın sesi, sizce, zayıf, mağdur ve mazlum olandan yana mı çıkar genellikle, yoksa tam tersi midir? İkisi bağdaşmaz demiyorum, bakın. Demokratik rejimde azınlık hukuku olmaz gibi bir sonuca atlamıyorum. Fakat bu ikisinin dinamikleri, ikisinin gidiş yönü farklıdır. Biri sağa çeker, biri sola çeker. İkisini bir şekilde bağdaştırmakla, ortak bir amaca hizmet ettirmek belki mümkündür, bazı dönemlerde mümkündür, zaman zaman mümkündür. Ama prensip olarak farklı yöne giden iki şeyden söz ediyoruz.
Biri çoğunluk yönetimi. Hep söylüyorum, insanoğlu çiğ süt emmiştir. Kalabalık olduğu zaman daha az çiğ süt emer diye bir kural yok. İnsan canavardır. Kalabalık olduğu zaman daha beter canavardır. İnsanların birbirlerine kötülük ederler. Kalabalık olup ‘bize kimse dokunamaz’ duygusuna kapıldıkları zaman, ‘ben bu kalabalığın içinde kayboldum, beni kimse göremez, yürüyün arkadaşlar, hainleri kahredelim’ dedikleri zaman çok canavarlaşabilir insanlar. Nitekim demokrasi tarihi bu yönelimin feci örnekleriyle doludur.
Yeni yeni şöyle bir ayrım yapılmaya başlandı. Bir demokrasi var, bir de popülizm var. Demokrasi demek, halk yönetimi demek; popülizm demek, halkçılık demek, aynı şeyin laciverdi. Biri Yunanca, öbürü Latince, aynı şey. O yüzden bu ayrımı anlamlı bir ayrım olarak görmüyorum. Kalabalıklara gerçek güç vermeye kalkarsan bunun sonu asla iyi olmaz. Bazen kötü olur, bazen de çok çok kötü olur. Demek ki kalabalıklara güç verir gibi yapıp, bir anlamda, çok da fazla vermemek gerekiyor. İşin dengesi bu.
Demokrasi ve meritokrasi
Modern demokrasi anlayışının ilk ortaya atıldığı dönemde, temelinde şu fikir vardı. Bugün artık çoktan tarihe karışmış olan bir bakış açısıdır, ama 1776’da, 1789’da hareket noktası buydu. Toplum içindeki sınıf ve zümre ayrımları ne olursa olsun, insanlar fakir de olsa, zengin de olsa, atadan gelen soyluluğa da sahip olsa, sıradan bir işçi veya emekçi dahi olsa, saygıya değerdir. Ülke yönetiminde söyleyeceği sözleri vardır. Eğitimsiz bir insan dahi, ahlak veya sağduyu açısından, en eğitimli olanından daha düzgün fikirler ileri sürebilir. Dolayısıyla, toplumsal müzakereye, yani toplumun nasıl yönetileceğine dair fikir alışverişine herkes katılmalıdır. Halk meclisi toplandığında en fakir işçi bile elini kaldırıp, duygu ve düşüncelerini ifade edebilmelidir. Çünkü onlardan da öğrenecek çok şeyimiz var. Eğitimli elitler, sahip oldukları mevki ve makam gereği muhafazakarlaşma ve aptallaşma eğilimindedirler. Savunacak çıkarları vardır. Toplumda belli bir mevkiye gelmiş olanlar, koruyacak mevzilere sahiptir. Dolayısıyla adil olmaları zordur. Kendilerinden olmayan insanların duygu ve düşüncelerini anlamakta zorlanırlar. Bundan ötürü kaybedecek mevki ve makamı olmayanların dahi toplum yönetiminde söz sahibi olması gerekir.
Bundan 200-250 sene önce oluşturulan modern çağ siyasi teorisinin can damarıdır bu fikir. Son derece devrimci bir fikirdir, güzel bir fikir, idealist bir fikirdir. Dikkatle incelerseniz bu fikrin altında başka bir şey yatar. Toplumu ayak takımının yönetmeyeceği varsayılmıştır. Nasıl olsa bu toplumda seçkin, kültürlü, aklı başında insanlar var — Robespierre var, Washington var, Jefferson var. Devleti elbette onlar yönetecektir. Fakat onlara yön veren, onları uyaran, fikir beyan eden münazara platformunda herkes bulunmalıdır. Herkesin görüşü sorulmalıdır.
Bu proje bugün hemen bütünüyle unutulmuştur. Dünyada bu anlamda demokrasiyi savunan hiç kimse kalmamıştır. En geç 1945’ten bu yana pabucu dama atılmış bir siyasi felsefedir. Çünkü toplumsal sınıf ayrımları bütün toplumlarda, özellikle batı toplumlarında, gitgide keskinleşmiştir. Eğitimin sağladığı seçkin ve ayrıcalıklı konum gitgide daha fazla vurgulanmıştır. ‘Uzmanlık’ adı verilen kutsal statü alıp başını gitmiştir. Böylece meritokrasi fikri, demokrasi fikrinin yerine geçmiştir. Kararları uzmanlar vermelidir... Uzmanlar varken ayak takımına söz düşmez... Uzmanlar bilir... Dağdaki çobanla benim oyum bir mi... Böyle özetlenebilecek, son derece bencil, son derece kibirli bakış açısı tüm toplumlara, batı toplumlarına, özellikle en demokrat, en ileri, en medeni sayılan toplumlara sinmiştir.
Meritokrasi ile demokrasi arasında hiçbir mantıki bağ yoktur. Sık sık duyarız, özellikle Türkiye’de, demokrasi sayesinde Çoban Sülü başbakan olabildi diye. Oysa yok öyle bir şey. Tüm Osmanlı döneminde Çoban Sülü sadrazam olabilirdi, düzinelerle örneği vardır bakkal oğlu Âli Paşanın, eşekçi Avni Paşanın, köleyken ikbal bulan Hayrettin Paşanın. Meritokrasi, yani yetenekli bireylerin seçilip üst kata alınması, demokrasiye özgü bir şey değildir. En vahşi diktatörlükte de vardır. Padişahlık rejimlerinde de vardır. Osmanlı Devleti, meritokrasinin kitabını yazmış olan bir düzendir. Hiçbir şekilde demokrat değildir. Apayrı iki kavramdır bunlar. Toplum yönetiminde herkesin söz hakkı olması ayrı şey, alt tabakadan bazı bireylerin üst kata terfi etme imkanına sahip olması bambaşka bir şey. İki zıt kavram bunlar. 19. yüzyıl başının demokratları meclislerde işçi de konuşsun, en yoksullar da konuşsun derken, onlar arasından bazılarını seçip yönetici yapalım demiyor. Onlar işçidir, ama onlar da insandır diyor. Öngöremeyeceğin bazı fikir zenginliklerine, duygu ve ruh zenginliklerine sahip olabilir.
Bu bakış açısı farkını ben önemsiyorum. Bütün yaşamım boyunca bu iki zıt fikri çok yoğun olarak gözlemledim. Çok dar bir sosyal çevre içinde kalmayıp, akademik ya da yönetici bir zümre içinde kalmayıp taşraya çıktığınız zaman, halkın arasına karıştığınız zaman, cezaevi koğuşunda kaldığınız zaman, köyde yaşadığınız zaman, çarşı esnafıyla her gün muhabbet ettiğiniz zaman gördüğünüz bir şey var: Eğitim ile sağduyu ve akıl arasında hiçbir korelasyon yok. Sıfır. Yani en eğitimsiz insanlarda, ciddi boyutlarda sağduyu ve akıl olabiliyor, olmayabiliyor da. En eğitimli olanları da tın tın angut olabiliyor. Yahut da insan denilen mahlukun karmaşık ihtiyaç ve ruh hallerini anlamaktan aciz oluyor. Çok tipik bir hadise bu.
Bu anlamda demokrasinin çağı çoktan kapandı. 70 yıl önce kapandı. Yavaş yavaş sıkıştı ve yetmiş yıl önce kapandı.
Demokrasi ve siyasi partiler
Bir başka anlamda demokrasi, ilk demokrasi idealinin belirmesinden yaklaşık otuz yıl sonra devreye girdi. 1820’ler, 1830’lardır bunun çağı. Bu sefer belirleyici unsur siyasi partilerdir. İlk demokratik teori ortaya çıktığında siyasi parti diye bir kavram yoktu. Aksine tüm ilk dönemin fikir öncüleri, Rousseau’dan tut, Thomas Paine’e kadar, hizipçiliğin ve particiliğin demokrasinin ölümü olduğunu ileri sürerler. En büyük tehlike olduğunu savunurlar. Fakat demokratik sistem pratikte işlemeye başladığında kaçınılmaz bir şekilde parlamenter hizipler oluşur. Kaçınılmaz bir şeydir, çünkü kalabalıklarla karar vermeye çalıştığın zaman her kafadan bir ses çıkar. Her kafadan çıkan sesleri anlamlı birer platforma çevirmek için siyasi partiler şarttır. Agregasyon deniyor buna. Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da, şimdi siyasi parti kuralım diye kanun çıkarmadılar, kendiliğinden oluştu bu hadise. Ülkeyi yönetenleri oy yoluyla seçiyorsanız ve milyonlarca insan bu seçime katılıyorsa, herkes aday olsun, kim kazanırsa kazansın diyemezsiniz. Bir şekilde seçimi insanların kafasında netleştirecek zümreleşmelerin oluşması gerekir.
Siyasi partiler böyle oluştu ve gitgide artan bir oranda siyasi demokrasinin tanımlayıcı ögesi haline geldiler. 20. yüzyıla gelindiğinde demokrasi, siyasi partilerin serbestçe örgütlenebildiği, dolayısıyla ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda vatandaşın birden fazla seçenekten birine onay verebileceği bir düzenin adıdır. Ülke nasıl yönetecek konusunda mesela Sağ Parti’nin şöyle bir görüşü var, Sosyalist Parti’nin şöyle bir görüşü var, Radikal Parti’nin şöyle bir görüşü var. Bunları serbestçe tartışalım ve bunlardan birini seçelim. Dolayısıyla, vatandaş olarak ben aklıma geleni söylemekten ziyade, bana sunulan iki, üç, dört seçenekten birini seçeyim.
Demokrasi fikrinin siyasi partiler arasında bir güzellik yarışmasına dönüşmesi belki de kaçınılmaz bir evrimdi. Başka türlü olabilir miydi bilmiyorum. Bugün geldiğimiz noktada bu yolun sonuna gelinmiş görünüyor. Partiler arası rekabetin dinamikleri, sonuç olarak siyasi partiler arasında uygulamada herhangi bir ciddi farkın kalmaması sonucunu doğurmuştur. Özellikle ileri demokrasi denilen ülkelerde partiler sistemi tükenmiştir. Partilerin her biri aynı düzenin ve aynı politikaların temsilcisi olan partilerdir. Toplumda bu partilerin sunduğu tercihlerin dışında büyük arayışlar, yoğun fikir ayrılıkları var. İnsanlar başka seçenekleri de düşünebiliyorlar. Fakat bunlar siyasi sistem içinde temsil edilen seçenekler değil. Örneğin Fransa’da, Almanya’da nüfusun yaklaşık yarısı, kişi hak ve özgürlüklerine pandemi bahanesiyle yapılan saldırıyı yaşamsal bir kriz olarak algılıyorlar ve buna karşı gerekirse canlarını feda etmeye hazırlar. Fakat bu görüş, siyasi sistemde temsil edilemiyor. Edilmiyor.
Başka sohbetlerde bürokratik egemenliğin çeşitli boyutlarına değindim. Ülke yönetimine ilişkin en temel karar alanlarının hiç biri artık siyasi partiler rekabetine açık değil. En önemlisi para yönetimidir. Bir ülkede hükümetlerin bu konuda bir oyun payı yok, yapabilecekleri bir şey yok. Yani sistem öylesine kendi mantığıyla işliyor ki sağcısı da gelse, solcusu da gelse, komünisti de gelse yapabilecekleri bir şey yok. Güvenlik kurumları, askeri ve istihbari kurumlar akıl almayacak derecede güçlenmiştir. Devasa bütçelere sahip, büyük kontrol olanaklarına sahip kuruluşlar. Özetle söylemek gerekirse hiçbir ülkede, ne Amerika’da, ne Almanya’da, ne Türkiye’de, hiçbirinde seçilmiş hükümetlerin bunları yönetme ve yönlendirme kapasitesi artık yok. Kimseye hesap vermeden kendi kendilerini yönetiyorlar.
Demokrasi teorisinin ortaya atıldığı çağlarda devletin profesyonel kadroları ülke ekonomisinin çok küçük bir payını temsil etmekteydiler. Merkezi bürokrasi ufacık bir şeydi. Büyüdü, büyüdü, dev boyutlara ulaştı. 18. yüzyıldakinin yüz katı gibi boyutlara ulaştı. Bunlar profesyonel kadrolardır, yaptıkları iş yaşamlarının ana iştigal konusudur. Parlamentoda birkaç yüz adet taşra avukatının bu devasa bir bürokratik mekanizmayı yönlendirebileceğini ve yönetebileceğini zannetmek abesle iştigaldir.
Bu şartlar altında, günümüzde birbirinin eşi birkaç siyasi hizip arasında yapılacak tercihe indirgenmiş olan demokratik rejimin kayda değer bir anlamı kaldığını düşünmüyorum. Geldiğimiz noktada, demokrasi projesinin anlamını kaybettiği kanısını taşıyorum. Sonu hayır olur inşallah.