Avrupa nasıl seküler oldu
Pazar Sohbeti
2 Şubat 2020
0:00
0:00

metin

Sekülerizm ve laiklik Avrupa’da nasıl gelişti? Türkiye’de neden tutunamadı?
Avrupa’da sekülerizmin gelişmesinin temelinde tabii ki mezhep kavgası yatar. Protestan reformu büyük bir devrimdi ve Avrupa’nın tümünü etkisi altına aldı. Yüz yılı aşkın bir süre birbirlerini boğazladılar Katoliklerle Protestanlar. Bu boğazlama sürecinin sonunda anlaşıldı ki iki taraf da bu kavgayı kazanamayacak. Mecburen bir şeylerin değişmesi lazım. Temel hadise sanıyorum oydu. Farklı mezhepten olan insanlara saygı göstermeyi durup dururken öğrenmediler, kavga ede ede öğrendiler. Demek ki mezhep kavgası iyi bir şeymiş, bundan bu sonuç çıkıyor.
Daha derine indiğin zaman şuraya kadar gitmek lazım sanırım. 12.-13. yüzyıldan itibaren Avrupa’da dünyanın başka yerlerinde pek benzeri olmayan bir gelişme yaşandı. Dini otorite, yani devletin silahlı kolundan ayrı olan, eğitim ve adalet ve töre hizmetleri vermekle görevli olan kurum ve bu kurumun başı olan papalık, bir siyasi iktidar kavgasına girdi. Avrupa’nın irili ufaklı krallıklarıyla ve şehir devletleriyle fiilen savaşmaya başladı, kendi ordularını kurmaya başladı, kavga etmeye başladı. Bunun sonucu olarak belki siyasi gücü arttı, dünya servetine ve dünya iktidarına kavuştu. Fakat aynı zamanda manevi otoritesini kaybetti. Herkesin ortak dininin temsilcisi olarak, herkesin bir yarısıyla kavga edersen eğer, manevi otoriten kalmaz. Savaşan, dünyevi taraflardan biri haline gelirsin.
Zannediyorum Protestan isyanı bu hadiseye bir tepkiydi. Fakat yalnız Protestanlarda değil, Katoliklerde de o yarılma yaşandı. İnsanlar şunu idrak ettiler: Dini otorite yaşamımızın tümüne değil bir kısmına hakimdir. Ona düşman da olabiliriz, onunla kavga da edebiliriz. Hatta onun toplumdan silinmesi için mücadele verebiliriz. Ve buna rağmen biz bu toplumun bir parçası olarak kalırız. Bunlar Avrupa’nın bilinç altını, düşünce tarzını radikal şekilde etkileyen hadiseler.
Üçüncü bir faktörü de eklemek lazım. 16. yüzyıl başlarından itibaren Avrupalılar o güne kadar görülmemiş, duyulmamış, benzeri olmayan bir dizi coğrafi ve onun peşinden bilimsel keşfe imza atmaya başladılar. Daha önce kimsenin haberdar dahi olmadığı bir kıta keşfettiler. Amerika diye bir yer varmış meğer. Bunca bin senedir kilise büyüklerimiz, filozoflarımız, alimlerimiz, profesörlerimiz böyle bir yerden habersizmişler. Bilmiyorlarmış böyle bir yeri. Güneşe dair, yıldızlara dair birçok şey keşfettiler. Başka yerlerdeki, daha önce hiçbir şekilde Avrupa toplumuyla bir teması olmayan kavim ve devletleri keşfettiler. Dünya ve insanlar hakkında çok şey öğrendiler. Ve gitgide şu kanıya vardılar ki, bize öğretilenlerin pek çoğu yanlış olabilir. Dedelerimizden gelen kutsal bilgilerimizin çoğunluğu çöp olabilir. Azizlerimiz ve âlimlerimiz de yanlış biliyormuş. Bu da dini otoriteye olan yaklaşımı radikal bir şekilde sarstı. Dinden farklı birtakım gerçeklik kriterleri olduğu ve bunların aslına bakarsan dinden daha güçlü dayanaklara sahip oldukları anlaşıldı.
Avrupa’da din ile devleti birbirinden ayıran düşünce tarzı 17. yüzyıldan itibaren adım adım yükseldi. 18. yüzyılda toplumun en parlak zihinleri tarafından gitgide daha berrak bir tavır olarak formüle edildi. 19. yüzyılda hem Katolik hem Protestan ülkelerde kilise kamu yönetiminde karar verici mevkilerden adım adım uzaklaştırıldı. 20. yüzyılda nihayet örgütlü din kurumları büyük ölçüde tasfiye edildiler.
Adamlar 500 senede yavaş yavaş oraya gelmişler. Oraya gelebilmek için kıtalar keşfetmişler, yıldızlar alemini yeniden kurmuşlar, deryalar kadar kan akıtmışlar. Zanneder misiniz ki 1923’te yahut 1924’te devlet başkanının teki ben yaptım oldu deyince olacak bir şey olsun?