Ahmed Şah Mesud, Abimael Guzmán, Mao Zedong’u nasıl anlayalım
Pazar Sohbeti
12 Eylül 2021
0:00
0:00

metin

İslami fanatikleri Marksist devrimcilerle, ya da Sosyalist olmasa da ulusal kurtuluş için mücadele eden direniş örgütlerinin liderleriyle kıyaslamanız çok yanlış. İslamcılık çağ dışı bir ideolojidir. İnsanlığa sunacağı bir çözüm yok.
Ahmet Şah Mesud’u bildiniz mi? Tam 20 yıl önce 9 Eylül 2001’de bir suikast sonucu öldürülmüştü. Afganistan’da Mücahidin hareketinin, yani Sovyet işgaline karşı direnen İslami hareketin liderlerinden biriydi. Tacik’ti, Pençşir Vadisi’nden. Ölümünün tam yirminci yıl dönümünde, önceki gün, Taliban Pençşir Vadisi’ni ele geçirdi ve anıt mezarını tahrip ettiler biliyorsunuz. Çünkü Taliban’ın bir numaralı düşmanıydı. Oysa o da İslami hareket içinden geliyor. Dinî bir militan, cihatçı.
Adamın geçmişini soruşturunca şu bilgilerle karşılaşıyoruz. 1953 doğumlu, yani Deniz Gezmiş ile Mahir Çayan’dan birkaç yaş daha genç, benden üç yaş büyük. Babası Afgan ordusunda albay. Taşradan gelip memuriyet ve eğitim yolluyla hızla yükselen bir aile geçmişinden geliyor. Afganistan’ın Galatasaray Lisesi diyebileceğimiz, Fransızca tedrisat veren ve Afganistan’ın en seçkin okulu sayılan İstiklal Lisesinde okumuş. Kendi döneminin en parlak öğrencisi olduğu söyleniyor. Hocaları efsane gibi anlatıyorlar, çok olağanüstü bir öğrenciydi diye. Daha lisedeyken Mao’yu ve Che Guevara’yı okumuş. Tipik, bütün dünyada benzerleri olan bir yaşam öyküsü. Kendi ifadesine göre Che Guevara’yı basit bulmuş. Buna karşılık Mao’dan çok şey öğrendim diyor.
Sonra mühendislik fakültesine girmiş. Mücahidin hareketinin diğer lideri olan Gulbuddin Hikmetyar da aynı sene benzer bir background’dan gelerek, devrimci bir genç olarak mühendislik fakültesine girmiş. Orada her ikisi de daha birinci yıllarında Burhanettin Rabbani’nin kurduğu Cemaat-i İslami etkisine girmişler. Tüm devrimci hareketlerin tarihinde böyle bir epizot vardır. Ahmet Şah, halk ayaklanması başlatmak için Rabbani ile birlikte Pençşir vadisine gitmiş. Halk bunları, arkadaş siz gidin buralardan deyip kovalamış. Dağa kaçmak zorunda kalmışlar. Bu olaydan sonra Cemaat-i İslami ikiye bölünmüş. Hikmetyar’ın hizbiyle Rabbani ve Mesud’un hizbi birbirine kan davalı düşman olmuş.
Yirmi senedir bitmeyen bir düşmanlık bu. THKPC ile THKPC-ML, Dev Sol ile Dev Yol bölünmesi gibi bir hadiseden söz ediyoruz. Aynı yıllar, aynı örgütlenme biçimleri, temelde aynı huzursuzluklar. Pençşir vadisinde köylüler tarafından kovalanmaları bence belirleyici bir olay, önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü şunu fark etmişler: Gerçekten halkla birlikte biz bir devrim yapacaksak, peki Marksistlerden teknik öğrenelim, örgütlenme öğrenelim, fakat kullandığımız dilin İslami bir dil olması lazım. Başka türlü kazanamayız bu kavgayı. Dünyanın egemen güçlerine karşı verdiğimiz Don Kişotça savaşı kazanabilmek için tek çare halkı arkamıza almak. Halkı arkamızı almanın yolu ise İslami söylemi ve simgeleri kullanmak, sakal, sarık, cübbe, asa gibi aksesuvarları takınmak. Yoksa inandırıcı olamayız.
Olaya bu açıdan bakmaya çalışın. İslamın ‘özü’ şudur, budur gibi, cehalet mahsulü olan birtakım sloganlara kaptırmayın kendinizi. Somut bir pratiğin içinde, kahredici bir güce karşı mücadele eden insanların önlerinde hangi seçenekler vardır diye düşünün. Bu çerçeve içindeki, bu mücadele içindeki İslam’ın fonksiyonu nedir diye düşünün. Türkiye’de çeşitli sosyal gruplar neden İslamcılığı cazip bir seçenek olarak görürler? Neden Batı ve televizyon ve reklam endüstrisi tarafından dayatılan bir moda anlayışını, giyim kuşam anlayışını, prensip olarak reddetme çizgisine girerler? Neden somut insanlar, Ayşe, Merve, Furkan, kendi yaşamında bu seçeneği tercih eder? Böyle düşünün. Hangi ihtiyaçlarına cevap veriyor bu hadise? İnsanla muhatap olduğunuzu unutmayın. Böcek değil bunlar. Çekirge sürüsü de değil. Bunlar insan. Ve üç aşağı beş yukarı sizin kadar akılları ve sizin kadar duyguları olan insanlar. Neden bu çizgiyi tercih ediyorlar da diğer çizgiyi tercih etmiyorlar diye sorduğunuz zaman İslam sizin için artık bir hurafeler yığını olmaktan çıkar. Soyut olarak alırsanız bir hurafeler yığınıdır belki. Fakat bu hurafeler yığını insanlara neyi temsil ediyor? Aklı başında olduklarını varsaydığımız insanlar neden bu hurafeleri tercih ediyorlar?
Bu soruları sorun. Ve unutmayın, Batı dünyası şu aşamada ahlaken ve aklen ve siyaseten bitmiş bir dünyadır. Belki bir gün düzelir. Ama düzelmesi için çok büyük bir devrimden geçmesi lazım. Çok radikal bir şekilde silkinmesi ve kendini yeniden ayağa kaldırması gerekiyor.
Son günlerin diğer bir olayı, Abimael Guzmán öldü. Guzmán Peru’da Sendero Luminoso, yani Işıklı Rota adı verilen devrimci örgütün lideriydi. 29 yıldan beri hapisteydi. Işıklı Rota dünyanın en romantik devrimci örgütüydü sanırım. Kan dökücü bir örgüt, o konuda kuşkunuz olmasın.
Guzmán hem felsefe hem hukuk doktoru, iki kere doktora tezi yazmış. Felsefe konusundaki tezi, Kant’ın Mekan Teorisi, yani space. Hukuk doktorası ise Demokratik Burjuva Devletinde Hukuk başlıklı bir çalışma. Açık bir şekilde son derece kültürlü, iyi eğitimli, kendi kuşaklarının, kendi çevrelerinin en zeki, en parlak, en kayda değer insanları bunlar. Bir şekilde, bir aşamada, genellikle ünivesite eğitiminin başında veya ilk birkaç yılında kavrıyorlar ki dünyanın şu düzeni savunulabilir bir düzen değil. Uyanıyorlar ve diyorlar ki bu olmaz, bu bir delilik, buna direnmek lazım. Ve buna direnmenin tek yolunun şiddet olduğu kanısına varıyorlar. Ki, yeterince sağlıklı düşünürseniz, uzun vadeli düşünürseniz, o noktaya varmamak zordur. Ve şiddet yoluna, devrim yoluna giriyorlar. Şiddet yolunun kendine has bir mantığı vardır. Başladığın noktadan çok farklı yerlere varırsın. Çünkü bu iş için bir örgüt kurman lazım. Polis ve askere karşı savaşıyorsun, devlete ve kanuna karşı savaşıyorsun. Çok dikkatli olman gerekir. Kendi grubunu korumak ve güvende tutmak için gerekirse çok acımasız olman gerekir. Gerekirse yüzlerce kişiyi öldürmen gerekebilir. Başka türlü bulunduğun pozisyonu koruyamazsın çünkü.
İktidara gelecek olursan şayet, Lenin abimizi düşünüyoruz, Mao abimizi düşünüyoruz. Bugünkü Taliban’ın içinde bulunduğu durumu düşünüyoruz. Mustafa Kemal Paşa’yı düşünüyoruz. Bunlar bir devrim hareketi sonucunda, yani gayrimeşru bir hareketin sonucunda iktidarı ele geçirmişler. Böyle bir hareketin iktidarını normalleştirmesi, iktidarını halka kabul ettirebilmesi çok büyük oranda şiddet kullanmayı gerektirir. Şiddetsiz olmaz. Çünkü insanlar sana derler ki, kardeşim ben seni tanımıyorum, sen kimsin? Sen daha geçen gün polis tarafından aranan baldırı çıplak bir heriftin, şimdi ne iş? Bu direnci kırmak, yani sistem dışından gelip, kendi meşruiyetini kurabilmek çok zor ve kanlı bir süreçtir. Ve çoğu zaman başlangıçtaki ideallerinin, hayallerinin, onda dokuzunu terk etmeni gerektirir.
Mao konusuna dönelim. Önce şunu düşünün. Çin gibi devasa bir ülkede sen bir hiçsin. Bir okul öğretmeni olarak başlıyorsun. Şanghay’da bir parti teşkilatı içinde yer alıyorsun. Sonra taşraya gidip orada örgütlenmeye başlıyorsun. İyi kötü sana sadık bir çevre oluşturuyorsun ve bununla hareket edip on sene, yirmi sene içinde Çin’i fethediyorsun. Bunu yapan bir insana her şeyden önce saygı duymak lazım. Diğer birçok özelliğiyle yaramaz bir adam da olsa saygı duymak lazım, çünkü büyük bir iş başarmış. Senin benim başaramayacağımız bir işi başarmış.
Özellikle Uzun Yürüyüş sırasındaki yazıları parlak yazılardır. Devletin askeri, hukuki ve politik gücüne karşı direniş nasıl örgütlenir? Köylülerin sana sadık olması nasıl sağlanır? Nasıl bir strateji kurulur? Çeşitli darbelere, polis baskınlarına karşı neler yapılır? Bu konulardaki fikirleri yabana atılacak fikirler değildir. Hasta bir toplumda, yüz yıldan beri hakikaten yozlaşmış bir toplumda, fakirliğin açlığın hüküm sürdüğü, cehaletin kol gezdiği, bölgesel askeri şeflerin, derebeylerinin yüzlercesinin cirit attığı bir ülkede, Japonların istila edip koyun boğazlar gibi insanları boğazladığı bir ülkede, bir kurtuluş hareketi örgütlemiş ve bunu başarıya ulaştırmayı ve ülke çapında egemen kılmayı başarmış. Savaş beylerini, dere beylerini tasfiye etmiş. Bunlar az şeyler değil, büyük başarılar. Daha insancıl bir rejim kurmaya çalışmış. İktidarı ele geçirip, iktidarı konsolide etme sürecinde büyük işler yapmış ve aynı zamanda aptalca işler de yapmış. Kültür Devrimi bir felakettir, bir ülkenin başına gelebilecek sayılı felaketlerden biridir. 1958’de başlattığı Büyük İleri Atılım cehalet ürünü olan absürt bir girişimdir ve milyonlarca insanın açlıktan ölmesi sonucunu doğurmuştur.
Şu iki soruyu sorun kendinize. Bir, dünyanın boka sardığı şu dönemde, ben bu durumu değiştirmek için ne yapabilirim? Mao ne yapmış? Ahmet Şah Mesut ne yapmış? Abimael Guzmán ne yapmış? Lenin ne yapmış? Taliban ne yapmış? Onlar da benzeri bir noktadan hareket etmişler. Dünya boka battı. İnsanlar acı çekiyor. İnsanlar aç. Hakkı olmayan insanlar memleketi soyuyorlar. Biz buna karşı nasıl savaşabiliriz sorusunu sormuşlar. Sen bunu yapabilir misin? Yapmaya gücün ve cesaretin var mı? Başarabilir misin?
Ve ikincisi, diyelim ki bunu yaptın, ettin, başa geçtin. İktidar al senin dediler. Hükümet sarayına girip eski padişahın tahtının önünde selfie çektirdin. İyi, şimdi ülke yöneteceksin. O zaman ne yaparsın? Nasıl başa çıkarsın? Seni tanıyan kimse yok. Senin adamlarının, birlikte hareket ettiğin önde gelen yüz kişinin hepsinin kafasında ayrı bir fikir var, hepsinden ayrı bir ses çıkıyor. Diyorlar ki sen değil ben başa geçmeliydim. Hem sen bana bir tarihte kötü laf söylemiştin, ben onu senin yanına bırakmam. Nasıl oluşturursun otoriteyi?
Bu iki soruyu kendinize sormadan, tarihteki siyasi figürleri ve siyasi akımları yargılamaya kalkmayın.